Rainbow
“Kökler” ve “Mayıs” kelimeleri yan yana geldi mi, Ronnie James Dio’yu anmak gerekir artık. Dio’yu anlatacak çok hikaye var, biz de bu sefer Rainbow’daki günlerini seçtik.
İki yıl öncesi, haziran ayında kendisini konuk etmeyi beklerken bir mayıs akşamı ölüm haberini aldık Ronnie James Dio’nun. Yaşamıyor oluşuna asla inanamayacağımız biriydi, inanamadık zaten, şaşkın şaşkın etrafa bakıyorduk. 1942 doğumlu oluşuyla en yaşlı heavy metal müzisyenlerinden biriydi, hepimiz onun yanında gencecik kalıyor, onun söylediği şarkılarla ruhu ve kişiliği beslenen, yazdığı sözleri okuyarak hayatı öğrenen bizler bir çeşit “geç buldum erken kaybettim” ruh haline bürünüp, zihnimizde sürekli “Only the Good Die Young”u çalıp Dio’ya adıyorduk. Sanki hiç yaşlanmıyor, bilakis, dünya üzerinde bir müziksever onu ve albümlerini keşfettiğinde yeniden doğuyordu. O gece zihnimizde Iron Maiden’ın malum şarkısı sona erdiğinde nihayet ellerimiz Ronnie James Dio’nun şarkı söylediği kayıtlara yöneldi. Kimimiz solo grubu Dio’nun albümlerini dinleyerek yâd ediyordu, kimimiz Black Sabbath’taki günlerini, Heaven & Hell dinleyen vardı, kimi daha gerilere gidip Elf’ten şarkılar dinledi.
Rainbow’un Rainbow olduğu yıllarda çıkmış üç albümü de dinleyen çoktu. Sahi, Rainbow! 70’lerin ortasına üç adet başyapıt düşürmüş grup. Esasında Ritchie Blackmore’un grubu. Ama çoğumuz için Rainbow demek, şarkı sözlerini Dio’nun yazdığı, nefesiyle hayat verdiği bir efsane demektir. Grupların sadece vokalistleriyle ilgilenmek gibi basit bir şey değil ki bu. Rainbow her ne kadar Blackmore’un grubu olsa da, Dio’nun ayrılışından sonra sadece taşıdığı ses rengiyle değil, aynı zamanda içeriği ve tarzıyla da bambaşka bir gruba dönüşmüştü. Önceleri insanı hayal dünyasına götüren orta çağ ve fantazya temaları ile düşünsel sözler içermesiyle “derin” bir gruptu Rainbow. Sonra Blackmore’un eğilimleri değişti, Rainbow kadın-erkek ilişkilerini anlatan, 80’lerin klişe pop-rock gruplarına benzeyen, ticari bir gruba dönüştü. İşbu sebepten, dünya üzerinde azımsanmayacak sayıdaki müzikseverler için Rainbow demek salt Blackmore demek değil, Dio ve Blackmore işbirliği demektir.
Huzur Diyarına Yolculuk
Deep Purple için sıkıcı bir 1974 senesi geçmekte, David Coverdale ve Glenn Hughes’lü kadro yıl sonunda yayınlamak ve ortalama eleştiriler almak üzere Stormbringer albümünü kaydetmekteydi. Soul ve funk mevzuları bestelerde ayyuka çıkmış, Ritchie Blackmore’u memnuniyetsizlikle çalmaya iteliyordu. Quatermass grubunun 1970’teki albümünde yayınlanan “Black Sheep of the Family” ise o sıralarda Blackmore’un diline o kadar dolanmıştı ki şarkının cover halini çalıp kaydetmeden rahat edemeyecekti. Stormbringer’a bu şarkıyı eklemeyi teklif etti, reddedildi. Hazır, grubun müzikal gidişatını beğenmiyordu, ailenin kara koyununu kaydedebilmek için Deep Purple’dan ayrılıp yeni bir grup kurmaya karar verdi.
O esnada Ronnie James Dio, Steve Edwards (gitar), Mickey Lee Souley (klavye), Craig Gruber (bas) ve Gary Driscoll (davul) ile Elf isimli grubunda ertesi yıl (1975) yayınlayacakları üçüncü albümü yazmakla meşguldü. Deep Purple’ın kanatları altında huzurla yaşayan bir gruptu Elf. Albümleri Purple Records etiketiyle çıkıyor, prodüksiyonları Ian Paice ve Roger Glover’a emanet ediyorlardı. Canlı performansta da Deep Purple’ın alt grubu olarak turnelere çıkıyor, böylece büyük kalabalıklara çalabiliyorlardı.
Black Sheep of the Family’yi en azından bir 45’lik olarak çıkarmakta kararlı olan Ritchie Blackmore fellik fellik grup ararken, aklına altyapıya yönelmek geldi ve Elf grubunu Steve Edwards haricinde tümüyle kendine eşlik etmeleri için ikna etti. 1975 yılı, Ağustos’ta ilk albüm Ritchie Blackmore’s Rainbow yayınlandı. Müziğini Blackmore, Dio ile beraber yazarken, sözleri tümüyle Dio’ya bırakmıştı. Ortaya çıkan şarkılar dinleyen kişiyi alıp bambaşka, huzur dolu bir yere götürüyordu adeta. İnsanı kollarına alıyordu melodiler, dinleyicisinin bu yabancısı sayılacağı diyarlarda tümüyle kontrolünü üstleniyor, bir rehber gibi gezdiriyordu kimi yerde döndüre döndüre dans ettirerek, kimi yerde bir bulutun üzerine bırakıp havada süzdürerek. Kadehte bitmek bilmeyen bir şarap gibiydi şarkılar, mutluluğun da, hüznün de esrikliğini yaşatıyordu albüm boyunca. Self Portrait, Catch the Rainbow, Temple of the King hüzünlendiriyor, Black Sheep of the Family, Snake Charmer ve If You Don’t Like Rock’n’Roll ise şenliklere bürüyordu kalbini. Ronnie James Dio’nun kadife sesi bu huzurlu dünyada rüzgar olup saçlarını okşuyor, bu diyarın müziksever konuğu o güne kadar tattığı müzikal hazların en yücelerinden birini tadıyordu.
Epik Maceralar
Dinleyiciler ilk albümün tadını çıkarırlarken Rainbow, Blackmore’un patronluğundan ilk nasibini alıyor, Dio haricindeki bütün Elf kökenli elemanlar henüz canlı performansın sevincine varamadan kovuluyordu. Bu aynı zamanda Elf’in de sona ermesiydi. Dio grup arkadaşlarından ayrıldığı için üzgündü ama değişikliğe hak veriyordu. “Sadece ben ilerleme kaydediyordum, diğerleri yerlerinde sayıyorlardı, bu yüzden zamanla gittiğimiz yolun gerisinde kaldılar ne yazık ki” diyordu düşünceleri sorulurken. Gidenlerin yerleri klavyede Tony Carey, basta Jimmy Bain (ileride Phil Lynott ve Gary Moore ile çalışacak, Dio’nun esas basçısı olacaktı) ve davulda Cozy Powell (ileride Black Sabbath, Whitesnake, MSG, Brian May ile çalışacak, 1998’de trafik kazasında hayatını kaybedecekti) ile doldu.
Rainbow bu seferki kadrosuyla 1976’da ikinci albümü, altı şarkılık, otuz üç dakikalık dev olan Rising’i yayınladı. Bu albümle Rainbow yer yer değil, baya baya heavy metal yapıyordu! Tarot Woman’ın girişindeki klavye solosu ile dinleyicilerini bu sefer baştan hipnotize ederek epik bir yolculuğa çıkarıyordu Rainbow. Ritchie Blackmore’un melodileri daha güçlü akorlardan beslenirken, Dio ciğerlerini daha fazla zorluyordu. Davulla basgitar ise havadaki destansılığa, ağır müziğe yakışır şekilde ayak uyduruyordu. Albümü dinlerken kendini kaptıranlar tüyleri diken diken, sözlere eşlik etmeden duramıyor, gözlerini kapatıp adeta arındıklarını hissediyorlardı. Sıra Stargazer’a geldiğindeyse albüm boyunca yaşadıkları her şey zirveye yükseliyor, heavy metalin en kutsal anlarından birine tanıklık ediyorlar, en son A Light in the Black’teki klavye ve gitarın atıştığı upuzun soloyla da mest oluyorlardı.
Rock’n’Roll’a “Çok Yaşa” Demek
Rising kadrosu, Rainbow adı ile ilk kez dünya turnesine çıkmış, ilk konser albümü On Stage’i sunmuştu. Blackmore ise yine rahat duramadı ve Jimmy Bain ile Tony Carey’i yeterli bulmayıp gruptan kovdu. Carey’nin yerine David Stone geldi ama basgitarın yeri kolay kolay dolmadı. Denemelerden hoşnut olmayan Blackmore üçüncü albümde yeni bir basçıyı bekleyemeden dört şarkının bas bölümlerini kendisi çaldı. İleride Ozzy Osbourne’ün albümlerinden tanıyacağımız Bob Daisley gruba katıldığında kendisine çalacak dört şarkı kalmıştı. Long Live Rock’n’Roll böylece 1978 yılında çıktı. Önceki iki albümden bir farkı vardı bu albümün, onlar kadar yukarılarda değildi ama içerdiği şarkılarla “klasik” payesini hak etmekteydi. Gates of Babylon Orta Doğu ezgileriyle tek kelimeyle büyüleyiciydi, hipnotize ediciydi. Adeta bu albümün Stargazer’ı idi, ama daha mistik bir şekilde. Sonra Kill the King vardı, o dönemde Rainbow konserlerini açan tempolu ve fevkalade vokal melodileri olan bir şarkıydı. Ya albümü bitiren Rainbow Eyes? Şarkıya viyola, çello ve flüt eşlik ediyor, şarkı sözleri dinleyicinin yaşanmışlıklarıyla örtüşüyorsa içini paramparça ediyordu. Yüreğini hüzünle kaplarken bir yandan ruhunu huzurun verdiği bir ferahlıkla dolduruyordu. Dio’nun Rainbow’a vedası farkında olarak ya da olmadan, bağırlara vuran cinsten olmuştu.
Kalan Detaylar
Albümü takip eden dünya turnesinin ardından Blackmore bir anda daha basit şarkı sözleri ile daha ticari bir müziğin peşinden gitmeye karar verdi. Bunu kabullenemeyen Dio ise istifa edip gruptan ayrıldı. Ondan sonra zaten katılan onca ünlü müzisyene rağmen grubun birçok fanatiği için Rainbow sıradan bir topluluğa dönüştü. 1979’dan 1984’e kadar sırayla Down to Earth, Difficult to Cure, Straight Between the Eyes ve Bent Out of Shape albümleri yayınlandı. Ticari olarak daha büyük başarılara ulaştılar gerçekten de, zihinlere kazınan şarkılara da imza attılar, ama özellikle sonlara doğru albümler özgünlüğünü git gide yitiriyordu. Dio sonrası dönem yıldızlar geçidi gibiydi yine de: Basgitarda Roger Glover vardı, klavyede Don Airey, mikrofonda Graham Bonnet, Joe Lynn Turner vardı. Cozy Powell yeni Rainbow’a sadece bir albüm dayanabildi, yerini Bobby Rondinelli’ye bıraktı. 1984’te Deep Purple yeniden kuruluyordu, bu da Rainbow’un sonunu getirdi. Blackmore Deep Purple’dan 10 yıl sonra son kez ayrıldığında ise henüz isim yapmamış müzisyenlerle yeniden kurduğu Rainbow’un son albümü Stranger in Us All (1995) geldi. İçerik olarak ilk albümlere daha yakındı.
Dünyanın en büyük gruplarından biri olabilecekken Dio ve Blackmore birlikteliğinin son bulmasıyla herkesin kendi yoluna yürümesi müzik dünyası açısından daha büyük bir kazanç mıdır? Ronnie James Dio bu sayede Black Sabbath ile efsane albümler kaydetti, kendi grubuyla kutsal eserlere imza atmaya devam etti. Ritchie Blackmore, şu anki eşi Candice Night ile birlikte olup Blackmore’s Night grubuyla kendini yeniden orta çağ müziğine verdi. Cozy Powell solo kariyerinin yanında birçok büyük grubun albümünde davulun başındaydı. Bob Daisley, David Stone, Jimmy Bain ve daha nice yolu Rainbow’dan geçmiş müzisyeni saymakla bitirebilir miyiz? Paralel evrenler ve halamızın bıyıkları henüz uzmanlık alanımıza girmediği için, biri kutsal üç klasik Rainbow albümünün kıymetini bilmek gelir elimizden sadece. Aylardan Mayıs, aklımız iki yıl önce kaybettiğimiz Dio’da. Şarkıları bize emanet, onları dinlemeyi asla bırakmayalım.