The Prisoner: Mezara Kadar Mahkumiyet

Televizyonun zaman zaman “aptal kutusu” maksadını aşıp, karşısındakileri saksıyı çalıştırmaya teşvik ettiği anlar, tarihi anlardır. Gözlerimiz yaşararak karşıladığımız bu nadir anlara The Prisoner ile de tanık olmuştuk. Özgürlüğü sorgulama olimpiyatlarına hoş geldiniz…

Yurtdışında durum nedir bilemem de, son zamanlarda memlekette “özgürlük” kelimesinin ne kadar sık kullanıldığının farkında mısınız? Kısıtlayıcı ve yasakçı zihniyetin emrettiği eylemleri eleştirmeye kalkıştığınızda, aldığınız cevap eminim bıktırmaya başlamıştır: “Benim özgürlüğümü kısıtlayamazsınız!”. Başkalarının emrettiği şeyleri yapmak üzere olan insanlara “dur bakalım” dediğimizde aldığımız bu cevap güldürmekle ağlatmak arasında gelgitler yaratıyor, ruhumuzu iki başlılığın doyumsuz kararsızlığına ve ani dengesizliklerine daldırıyor. Şu sivil hayatta, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda, bir elimizde cep telefonu, bir elimizde bilgisayar, en büyük derdimizin futbol maçları, en büyük kararsızlığımızın lokanta menülerinden bir şey seçememek olduğu sıradan hayatlarımızda da özgür olduğumuzu sanıyoruz ya, o da komik. Başkasının emriyle yaptığı şeyi “özgürlük” diye savunmak daha da komik zaten, onu geçiyoruz, peki aslında birçok şeye bağımlı ve onlarsız yapamayan, bu şartlar kullanılarak da kolayca yönlendirilebilecek olduğumuz halde, kendimizi halen daha özgür zannetmemizi nasıl yapalım?

“Özgür olduğunuzu mu sanıyorsunuz?”

Tek başına düşünüldüğünde, çok satanlar listesindeki kitapların sevimsizliğinde gibi gelen bu slogan, 2009’da çekilen 6 bölümlük ufak dizi The Prisoner’ın TV spotlarında geçerken anlamını buluyordu. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında vaha gibi bir köy sunan dizi, esas oğlanı Michael’ı yaşadığı kentten çekip köyün yakınlarına, kumların arasına düşürdüğünde olayları başlattı. Alıştığı bir ortamdan bir anda, yabancı olduğu bir ortama, üstelik kendi rızası dışında olduğunu düşünerek düşüveren Michael’ın algıları, doğal olarak orada yaşayanlardan daha açık oldu. Huzurlu, herkesin gülümsediği, güzel evlerde oturduğu, fakirliğin, perişanlığın söz konusu bile olmadığı bu köy gerçek olamayacak kadar idealdi. Bu durum köydeki mutlu nüfusun çoğunu uyuşturmuş, halinden memnun bırakıvermişti. Bir bakıma bu memnuniyet zorunluydu da, çünkü Michael’ın, ve Michael’a bakarak kararanların başlarına gelenler malum…

Köy’de her gün güneşlidir. İnsanlar müstakil evlerinden çıkarlar, yürüyüşlerini yaparlar. Her türlü eşya onlar için Köy yönetimi tarafından sağlanır. Halkın adı yoktur, her biri numara ile isimlendirilir. Birey olamamışlardır. Oturup kendi başlarına bir şeyler yazamaz, çizemez, eser üretemezler. Onun yerine ekrana kilitlenip, Wonkers adındaki pembe diziyi izlerler. Domuz beslemeleri evcil hayvan tutkularından değil, Köy yönetimi tarafından güya nefesinin atmosferi düzenleyip anormallikleri giderdiğinin açıklanmasından gelir. Rüya görmeleri yasaktır. Hayal kurmak yasaktır. Köyden kaçmaya teşebbüs etmek yasaktır. Köydeki düzene aykırı hareket etmek yasaktır. Özgürlük hakkında konuşmak yasaktır. Uzun süre tek başına dolandıkları fark edilenler şüpheli görülür. Köy, mahkumlarının her türlü ihtiyaçlarını karşılayan Norveç hapishaneleri gibidir. Kötü şartlarda yaşayanlara dışarıdan çekici görünür, halbuki birey haline gelebilmiş bir insan için cezaların en kötülerindendir.

Muhalefet yükseliyor

Michael sayesinde görürüz ki, özgürlüğünün peşine düşenleri Köy asla rahat bırakmaz. Sınırlara dayanınca Rover adındaki dev beyaz balon peşine düşer, yere yığar, bayıltır onu. Gözünü açtığında hedefinden çok uzakta, köyün ortasındadır firari. Köyün yöneticisi 2 Numara’nın huzuruna çıkar, eline kafa kağıdını tutuştururlar. Üzerinde yazan 6’dan hiç hoşlanmaz Michael. Koridorlar “Ben bir numara değilim! Ben özgür bir adamım!” haykırışlarıyla yankılanır. Köy, firariyi sindirmek ve düzenine alıştırmak için elinden geleni yapar. Madem kimliğini reddediyor, o zaman buralardaki bağlarını gösterir. Çünkü ailesi olan adam özgür değildir. Köy bünyesinde gizli ajan olmayı teklif eder. Çünkü memur olan adam özgür değildir. Olmadı, ona bir kadın bulur, evliliğe doğru yürütür. Çünkü aşık adam özgür değildir. Manipüle eder, ilkel arzularını körükler, adeta ondan, ona tamamen yabancı bir ikiz yaratır. Çünkü kendi iradesini kendi kontrol edemeyen adam özgür değildir. Hiçbiri işe yaramazsa ölümle tehdit eder. Çünkü ölümden korkan adam özgür değildir.

The Prisoner, yayınlandığı altı bölüm boyunca bunları düşündürdü bana. Bireysel özgürlüğe karşı toplu düzen, her ikisinin kendine özgü fedakarlıklar gerektirmesi… Özgürlüğü göze alanların zaten aile, sevgili, kariyer, eşya gibi şeylerden büyük oranda vazgeçmesi gerekirken, düzeni korumak zaman zaman insan telefini de beraberinde getiriyor. Köy’de yaşayanlar üzerinde sürekli bir “büyük birader” durumu var. Köy’ün doğasına aykırı bir şekilde rüya gören, bu rüyalardaki imgeleri çizerek kaydedenler gizli baskınlar ve aramalarla tespit ediliyor, ansızın kara minibüslü adamlar tarafından paketlenip akıl hastası muamelesi görüyor, karanlık yerlere götürülüyorlar. Gerçek, halka açık bir yerde halk arasında konuşulmayagörsün, Köy eliyle terörist saldırılar korku pompalayarak bir an için başka ihtimalleri düşünenleri sindiriveriyor. Bu tip eylemler ölümle sonuçlandığı gibi, hayalperest insanların sıradan insanlığa doğru dönüşümüyle de tehditlerini savurmayı başarabiliyor.

İzlemeyen, sonunu okumasın. Ya da okusun, n’olmuş yani?

Aslına bakarsanız dizinin bütün bunlardan farklı bir olay örgüsü var ve karakterlerin amaçları salt özgür olma ya da düzeni koruma kaygısından öte. Elbette yıllardır süregelen iyi ile kötünün mücadelesini “birey” ile “devlet”in arasına taşıyor altı bölümüyle, ama kendimizi bu mücadeleye o kadar kaptırıyoruz ki, özellikle son bölümlere doğru açığa çıkan gerçekleri hem anlamakta zorlanıyoruz, hem de oldukça şaşırıyoruz. Özgürlük hayalleri peşinde koşanlar için umutsuzluk sunuyor The Prisoner, bütün altı bölümü devrildiğinde. Güç’e karşı mücadele verirken, gücü ele geçirdiğinde, daha önce mücadele ettiği şeye dönüşüyor firari. Özgürlüğe giden yol kısır bir döngüden geçiyor. Ona dünya üzerindeki en büyük iktidar sahibi insan bile sahip değilken bizim burada markete girince farklı markalardan birini seçmemiz, hile hurda karışmadığından emin olamadığımız seçimlerde oy kullanmamız, “bugün de pizza yiyeyim bari” dememiz, hafta sonunu alışveriş merkezinde mi, yoksa parkta mı geçireceğimize karar vermemizin gerçek özgürlük adına zerre değeri yok. O yüzden kendi özgürlük tanımlarımızı yapmak işimize geliyor: Seçme özgürlüğü, sevme-sevmeme özgürlüğü, satın alma özgürlüğü, kapanma özgürlüğü gibi çerçeveli, çarpık tanımlar… Her gün başına abuk subuk tanımlar koyarak yüzlerce kere dile getirilmesi, böylece özgürlük kavramının içinin boşaltılması da cabası. Bir diğeri için, “demokrasi” kelimesine bakınız.

İşin sonunda bu dünyayı bırakıp gitmedikçe asla özgür olamayacağız. Ama sonunda kaybedecek de olsa, rahatını da bozsa, mücadele etmek insana iyi hissettiriyor…

45 Yıl Önce

Bu sayfada bahsi geçen çöllü, Michael’lı (James Caviezel), tek 2 Numara’lı (Ian McKellen) The Prisoner, 1967’deki orijinal The Prisoner’ın yeniden çevrimi. Patrick McGoohan tarafından yazılan, yönetilen, McGoohan’ın başrolüne oturduğu eski The Prisoner, 17 bölümden oluşuyordu. 2009 çevriminin 6 bölümü, bu 17 bölümden birkaçıyla paralellik içerdi. Ama farklılıklar da yok değil. Mesela en başta orijinal yapımdaki Köy, çölün ortasındaki bir vaha değil, denizin ortasındaki bir ada. Manzaraya sarı yerine yeşil renkler hakim, İngiliz kentlerini andıran yeşillendirmeler, mimari ve bulutlu hava, 2009’da Küba’yı hatırlatan kurak ortam, palmiye ağaçları ve güneşli havayla zıtlık oluşturuyordu. 6 numara (Patrick McGoohan) dizi boyunca sabitti ama 2 numara, 2009’daki The Prisoner’ın aksine sürekli değişiyor, farklı insanlar tarafından canlandırılıyordu. Dizi tek kanal döneminde Türkiye’de de yayınlandı. 

1960’ların sonundan günümüze kadar popüler ve alternatif kültüre birçok etkisi olan ve bu kültürlerdeki ürünlerin birçok defa atıfta bulunduğu The Prisoner, Iron Maiden’ın 1982’deki klasiği The Number of the Beast albümünde de şarkı olarak bulunuyordu. Şarkının başında diziden replikler dönerken, “I’m not a number! I’m a free man!” repliği nakarata taşınmış, nice müzikseverin sloganı olmuştu. Şarkıya konu olarak devam eden bir başka şarkı “Back in the Village” ise iki yıl sonra yine bir başka efsane Maiden albümü Powerslave’de yerini alacaktı.

Bir Cevap Yazın