Anthrax: Radikal Karar Merkezi
Dört büyüklerin her bakımdan en farklı, en orijinal ismi olan Anthrax, bu sefer albüm aralarını uzatmamayı tercih etti. Yıl içerisinde yeni albümü beklerken Kökler’de hikayelerini anlatıyoruz.
80’lerin sonlarına doğru saflar yavaş yavaş belli olduğunda, thrash metalin dört büyüğü de müzik basını tarafından belirlenmişti. Rakamların konuşması sonucu kendine ancak dördüncü sırayı bulabilen Anthrax, bu dörtlüde doğu yakasının tek temsilcisiydi. Orijinallikte ise gönüllerin şampiyonu oldular. Söylemleri sokağa daha yakındı. Mizah, tavırlarının önemli bir parçası oldu. Kendilerini siyah giyinmek zorunda hissetmediler. Altkültürel paydada hiphop ile buluşan ve ses duyuran ilk metal grubu oldular. Hayranlarının, birden fazla albüm kaydeden iki vokalistini de bağırlarına basmalarını sağladılar. Memleketlerinin hakkını iyi verdiler: Başlarda diğerleri gibi NWOBHM etkisinin altında iken, New York’un kuvvetli hardcore punk sahnesi Anthrax’ın karakterine kısa sürede tesir etti. İşte bu yüzden metalde bugün kabul görmüş “açılımların” pilot bölgesi, öncüsüydü Anthrax.
Terli yıllar
Grubun ilk yılları, Scott Ian ve Dan Lilker’ın etrafına çalacak insanlar aramalarıyla geçti. 1981’de kurulan grubun bilindik isimlerle dolması 2 yıl sürdü. Nihayetinde vokale Neil Turbin, davula Charlie Benante ve gitara Dan Spitz’in geçmesiyle kaydedilen ilk single, New York’ta yeni kurulan Megaforce Records ile anlaşmayı getirdi. Plak şirketinin kurucuları Jon ve Marsha Zazula çiftiyle oldukça yakın bir dostluk içerisinde olan gençler, 1983 baharında yine Megaforce ile anlaşmalı olan Metallica’yı San Francisco’dan albüm kaydı için geldikleri zaman misafir etmişlerdi. ABD’nin doğu ile batı yakası, NWOBHM’nin bol gitar melodileri ve Amerikan epik üslubunu bir araya getirip çok daha sert, hoyrat çaldıkları müziklerini ilk defa karşılaştırma imkanı bulmuştu. Bu yeni tarzın ilk albümü unvanı konusunda Anthrax hırslı davranmayıp birinciliği memnuniyetle Metallica’ya verdi. 1983 yazında çıkan “Kill ‘em All” plağından yaklaşık altı ay sonra da Anthrax’in ilk albümü “Fistful of Metal” geldi. Türe ismini veren ise büyük ihtimalle albümdeki “Metal Thrashing Mad” şarkısı oldu.
İlk thrash metal gruplarının ilk kayıtları genellikle yoğun bir şekilde NWOBHM’nin etkisi altındaydı. Thrash metalin alamet-i farikası “taramalı ritim gitar” henüz düşük bir ses seviyesinde tutuluyor, ön plana ilkel kaydedilmiş çift gitar soloları çıkıyordu. Davullar ve vokallerde bariz yankı efektleri mevcuttu. Sözler henüz sokağa yeterince inmemişti, inenler ise genelde düşman pataklamaya yönelik “itlik serserilik” şarkılarıydı. Anthrax’in ilk albümü tümüyle bu tanımların içerisindeydi, buna ek olarak Neil Turbin’in yüksek oktavlı çığlıkları sürenin önemli miktarını dolduruyordu. Turbin’in baskın karakteri vokal performansının yanında, şarkıların imzalarında da kendini belli etmişti: 10 şarkının 7’sinde doğrudan sözleri yazmıştı. Havaya girip Scott Ian’dan habersiz Dan Lilker’ı kovdu. Şarkı yazımında kontrolü ele almak isteyen Ian ve Benante ikilisi Turbin’i gözden çıkardı, Megaforce’a dışarıdan gelen tavsiyeler sonucunda vokaliste de “güle güle” dendi. Zaman içerisinde basgitara Benante’nin yeğeni Frank Bello, vokale ise Joey Belladonna gelince Anthrax nihayet klasik kadrosuna ulaştı. Lilker ise daha sonra S.O.D., Nuclear Assault ve Brutal Truth başta olmak üzere birçok grupla müzik hayatına devam etti.
Klasik beşli bir arada
Anthrax’in klasik kadrosu, grubu ortamlarda anlatırken kullandığımız özellikleri getirip uygulayan ekipti. Ama bu hemen başlamadı. İkinci albüm “Spreading the Disease”in olgun söylem açısından alması gereken çok yol vardı. Neil Turbin imzalı iki şarkı “Armed and Dangerous” ve “Gung-Ho” bu albümdeydi. Jon Zazula’nın yazdığı “Medusa” ise komik sözleriyle Headbang mahkemesinde (onuncu sayı) metalci hakim Korkut Ürküt’ün karşısına çıkarılmış, zanlının reşit olmadığına kanaat getirilip şartlı salınmasına karar verilmişti. Yine de daha derli toplu bir müziğe imza atan Anthrax ilk Avrupa turnesine bu dönemde çıktı. Cliff Burton’ın hayatını kaybetmesine sebep olan otobüs kazası esnasında Metallica ile beraber turluyorlardı, trajediye yakından tanık oldular. Bir sonraki albüm “Among the Living”i Burton’a ithaf ederlerken karakteristik özelliklerini de yavaş yavaş tedavüle sokuyorlardı. Albüm öncesinde “I Am the Law” single kaydının B yüzü için kaydettikleri “I’m the Man” şarkısında heavy metali rap üslubuyla birleştirerek bir ilke imza attılar. Şortlu, renkli giyim imajları da bu dönemde ortaya çıktı. Her biri New York’ta doğup büyümüş ve kentte meşhur olan en ilerici müzik sahnelerinden hardcore punk terbiyesine sahip bu gençler doğal olarak geniş bir hayat görüşüne sahip oldu. Müziklerinde New York Hardcore’un etkisi daha çok görülmeye başlarken; grup elemanları arasında dağılan İtalyan, Kızılderili ve Musevi kökenler konulara daha fazla “Dünya vatandaşı” olarak bakabilmelerini sağlıyor, şarkı sözlerini müspet yönlere çekiyordu. “Indians” ve “One World” gibi cesur şarkılar doğrudan bu arka planın eserleriydi. “Among the Living” Anthrax’a o güne kadarki en büyük başarıyı kazandırmış, isimlerini thrash metalin en önemli grupları arasına yazdırmalarını sağlamıştı.
Çıta mücadelesi
“Among the Living”in ardından 1988’de gelen “State of Euphoria”, öncekine kıyasla daha zayıf şarkılarla Anthrax’in yarattığı beklentileri aşmakta zorlansa da, Fransız hard rock grubu Trust’ın bestesi “Antisocial”a getirdikleri yorum ve çektikleri kliple rakamsal olarak durumunu korudu. “Among the Living” ile kapışan esas şaheser adayı ise 1990 yılında geldi. “Persistence of Time” albümü o güne kadarki en olgun, en derli toplu Anthrax albümü olmuştu. Mizahın dozu biraz kısılmış, müziğe progresif bir karakter katılmış, buna rağmen Anthrax enerjisinden ödün vermemişti. Anthrax, Joe Jackson’dan “Got the Time” ile bu albümde de bir cover şarkıyı “hit adayı” olarak öne sürüyordu. Ama bu sefer diğer şarkılar da kuvvetliydi: “Time”, “Blood”, “Keep It in the Family” ve “In My World” toplamda 27 dakika 41 saniye ile albüme uzun bir açılış yaparken öbür yüzde etkileyici introsu ile birlikte “Belly of the Beast” tempoyu yüksekte tutuyordu.
Bu noktada Anthrax çoktan Metallica, Slayer ve Megadeth’in arasında dört büyüklerden biri olarak anılmaya başlamıştı bile. Rap ve metali buluşturmak için ikinci girişimi bu sefer hemşerileri Public Enemy ile gerçekleştirdiler. Public Enemy’nin 1987 tarihli “Bring the Noise” adlı şarkısını gruptan Chuck D’nin katılımıyla yorumlayıp kaydeden Anthrax sonrasında Public Enemy ile birlikte bir turne de gerçekleştirdi. Konserlerin sonunda iki grup sahnede beraber bu şarkıyı seslendiriyordu. Aynı yıl en yaratıcı B yüzü toplaması ismine sahip “Attack of the Killer B’s” kaydını yayınladılar.
Değişim rüzgarları
Kökler’de anlattığımız her thrash metal grubu gibi Anthrax için de 90’ların başlarına geldiğimizde bir “tarz güncellemesinden” bahsediyoruz. 1992 yılında 8 senedir mikrofonun başında olan Joey Belladonna’yı gruptan uzaklaştıran Anthrax, yerine Armored Saint vokalisti John Bush’u getirdi ve doğal gidişata göre zaten müzik tarzını bir miktar değiştirecekken, değişikliği en çok hissedilen vokal mevkiinde de ses renginde radikal bir değişime gitti. Yeni çizilen rota grunge ve alternatif akımlardan besleniyordu. Sonuç, önceki albümlerle arasında baştan sona fark olan, hazırlıksız kulakların kesinlikle alışamayacağı “Sound of the White Noise” albümüydü. Ama ilginç bir şekilde büyük bir kitle, Armored Saint’ten sağlam referansı olan ve ilk yıllarında Metallica’nın vokal teklifini reddeden John Bush’u Anthrax çatısı altında bağrına basmıştı. Nice grup bu değişim döneminde bocalarken, Anthrax çıkmaza girmek için bir sonraki albümünü bekliyordu.
“Sound of the White Noise” albümü öncesi Anthrax yıllardır bünyesinde olduğu Megaforce/Island Records ikilisinden Metallica’nın çoktandır aralarında bulunduğu Elektra’ya terfi etmişti. 1995’te bu şirketten son defa “Stomp 442” adlı albümü çıkardılar. Önceki albümün ardından ayrılıp ideali saatçiliğe başlayan Dan Spitz ilk defa bir Anthrax albümünde çalmıyordu. Yerine hemen bir gitarist bulmadılar, Paul Crook, Dimebag Darrell, Mike Tempesta ve Zachary Throne gibi misafirlerle albümdeki az sayıdaki soloyu kotarmayı tercih ettiler. Zaman içerisinde albümdeki müziğin değeri yer yer anlaşılabilse de taşıdığı kimlik sorunu Anthrax’in momentumunu uzun süre kaybetmesine sebep oldu.
Köşe kapmaca
Sonraki albüm “Volume 8: The Threat Is Real” ile yine küçük plak şirketlerine geri döndüler, Spitz’in yerine halen daha kalıcı bir gitarist almadılar. Albüm araları da bu noktadan itibaren açılmaya, müzik dışı mevzular daha fazla konuşulmaya başladı. Nihayet 2001 yılında gitardaki boşluğu Rob Caggiano ile doldurdular. 11 Eylül olayları grubun virüsle bulaşan şarbon hastalığı anlamına gelen ismi sebebiyle Anthrax’ı da etkiledi. Zorlu bir dönemin ardından Nuclear Blast etiketiyle 2003’te “We’ve Come For You All” albümünü yayınlayarak gidişatı biraz olsun düzelttiler. Ama hemen gaza gelip, 2005’te “Spreading the Disease” albümünün 20’nci yılı sebebiyle Dan Spitz ve Joey Belladonna’yı çağırıp klasik kadroya dönerek nostaljik turneler gerçekleştirdiler ve 2000’lere damgasını vuracak kısır köşe kapmacanın fitilini ateşlediler. Belladonna devam etmek istemedi, Bush bir daha kabul etmedi, Dan Nelson adlı bir genç bulundu, yeni albüm onunla yazıldı onun sesiyle kaydedildi, sonra o da kovuldu, yine Bush’un kapısı çalındı, sonra bir daha Belladonna için Bush’a kapının önü göründü… Üstüne Dan Nelson’ın katkıda bulunduğu besteleri Belladonna’nın sesiyle yeniden kaydettiler. 2010 ve 2011’deki Big Four turnesinin olumlu havası ve bunca yılan hikayesinin ardından çıkan “Worship Music” albümünün sağlam beğeni toplaması ile ucuz kurtuldular. Albüm, 1993’ten beri grubun sahip olduğu modern ekolü yıllar içerisinde ses rengi oldukça değişen Joey Belladonna ile buluşturuyordu. Sonuç şaşırtıcı, ama bir o kadar da yüreklere su serpiciydi.
Netice itibariyle…
Buradan bakınca 1995 yılı Anthrax için önemli bir kırılma noktası olarak görünüyor. Saygıdeğer ve yenilikçi bir grup iken bir anda vizyonsuzluğun ve küçük hesapların pençesine düşüyorlar. Dört büyüklerin dışında kalan thrash metal grupları dinleyicilerini sevindirmeye devam ederken, Anthrax’ın (ve konumuzla alakasız, Megadeth’in) büyüklükleri sorgulanır hale geliyor. Kendi açımdan, 2000’lerdeki Anthrax röportajlarını ve demeçlerini oldukça sıkıcı buluyorum. Diğer grupların arasından sıyrılırken en büyük kozlarından biri “söylem” olan bir grup için birbirinin aynısı idare eder cevaplar ya da 11 Eylül sonrası yükselen “Amerikan dar görüşü”, başlığında Anthrax yazan basılı sayfalara yakışmıyor. Yine de kafamızı dergilerden müzik çalarlara çevirdiğimizde işler yolunda gidiyor. 2013’te cover şarkılarla bezeli “Anthems” ile arayı sıcak tutan New Yorklu ekip, kendilerinden en dostane ayrılan isim Rob Caggiano’nun yerinde Jon Donais ile bu yıl içerisinde beklenen yeni albümün kayıtlarını bitirmekle meşgul. 2010’ların Anthrax üzerindeki büyüsü daim olsun…