Diamond Head
Efsane grupların peri masalı gibi anlatılmasına aşinayız, bu nedenle Diamond Head’in şanssızlıklarla dolu hikayesi ilginç olsa gerek. Kökler’de bu ay, en mütevazı efsane karşınızda…
“Ah keşke bu adam bizim menajerimiz olsaydı!” diye düşündü Brian Tatler, grubu Diamond Head (DH) 1980’in başında AC/DC’nin altında çalacağı zaman, Avustralyalı grubun menajeri Peter Mensch ile tanışınca… Müziğin “iş” boyutu hakkındaki engin bilgilerini yarım saat boyunca paylaşırken, gençler önlerindeki 4 yıl boyunca başlarına geleceklerden habersiz bir şekilde Mensch’i hayran gözlerle dinliyorlardı.
NWOBHM akımının sonraki kuşaklara en fazla ilham kaynağı olmuş gruplarından biri olan DH’nin kariyeri boyunca hak ettiği yere gelmek için tam üç kere sıfırdan başlamasının nedeni, yazının başındaki ufak hikayede saklı. Grubun menajerlik ekibi, bir karton fabrikasının sahibi Reg Fellows ile sekreteri (ayrıca Sean Harris’in annesi) Linda Harris’ten oluşuyordu. Bu şekilde DH bir yere kadar geldi, ama bundan sonrası hatalar, boşluklar vekaybedilen haklara neden oldu. İşte bu nedenle, şimdi anlatacağımız şeyler bir masaldan çok farklı olacak, üstelik sonu henüz belirlenmedi!
Bağımsız Grup
1976 yılında İngiltere’de yükselişte olan punk akımının ana fikirlerinden birisi malum: Gitar öğrenmek için evine kapanıp yıllarını geçirme. Şimdi dışarıya çık, bir grup kur ve çalmaya başla! Bu düşünce punk dinleyicilerinin dışındaki müzikseverleri de etkilemiş olacak ki, dönemin heavy metal gruplarının plaklarını döndürmekte olan Stourbridge sakini Brian Tatler da okuldan arkadaşı Duncan Scott ile bir müzik grubu kurmaya karar verdi. Daha önce okulda ismen tanıdıkları Sean Harris’in sesini keşfedince kendisine teklif götürdüler. Tatler’ın yatak odasında yapılan bir “seçme”den sonra Harris, adını o odada asılı olan Phil Manzanera posterindeki albümden alan DH’ye katılmıştı. İlk konser 1977 yılının başlarında bir okul bahçesinde verildi. 1978’de 4 farklı basçının ardından klasik kadroyu tamamlayacak olan Colin Kimberley gruba katıldı. Kendi plak şirketleri Happy Face Records’ı kurup, yazdıkları onlarca beste arasından kaydettiklerini birer ikişer yayınlamaya başladılar. İlk single 1979’un sonlarında geldi.
1980 senesinde, 4 kanallı stüdyoların ardından, Fellows’un bir tanıdığına ait 24 kanallı Old Smithy’e grup ağzı açık bir şekilde girdi. Burada kaydettikleri Lightning to the Nations 1 Temmuz’da raflardaki yerini aldı. Albümden ilk başta 1000 tane basıldı. Baskıyı daha ucuza getirmek için albüm kapağı Fellows’un fabrikasından temin edildi, bu nedenle bembeyaz, isimsiz bir kapağı oldu albümün. Grup üyeleri üzerini tek tek imzaladı, konserlerde satıldı. Albüm, Sounds dergisinin dikkatini çekti, konu edildikleri yazıda şu meşhur ibare geçiyordu: Ligthning to the Nations’daki tek bir şarkıda, Black Sabbath’ın ilk dört albümünün toplamda içerdiğinden daha fazla sayıda muhteşem rifler bulunuyor!
Bağımlı Grup
İlk albüm aslında plak anlaşması bulmak için kaydedilen bir demoydu, buna rağmen heavy metal dünyasına bomba gibi düştü, 1000 tane daha bastılar. Ancak bu albümün kaydı Alman Woolfe Records’a kaptırılınca, buradan yayınlananlar haricinde albüm nadir bir plağa dönüştü. Bu esnada grup nihayet 27 Ocak 1982’de büyük bir plak şirketi olan MCA Records ile anlaştı ve tam 9 ay sonra ilk “resmi” albümü Borrowed Time’ı yayınladı. DH bu albümün ardından kariyerinin zirvesine ulaştı, Birleşik Krallık listesinde 24. sıraya kadar yükseldi.
Grup 6 yıllık birikiminin meyvelerini nihayet almaya başlıyordu. Ancak onların kaderini bir sonraki albümün başarısı belirleyecekti. Harris ve Tatler şarkı yazımında sadece heavy metale bağımlı kalmaktan sıkılmaya başlamışlardı. Değişim yeni bestelere de yansıdı. Hatta Tatler’ın gitarına bile yansıdı, metalik görünümlü Flying V modelinden “klasik rock” imajlı Gibson Les Paul’e geçti. Yükselişe ilk darbe yeni albüm Canterbury’nin ilk 20.000 baskısının hatalı olmasıyla geldi, plaklar atlama yapıyordu. Bir başka darbe ise kayıtlar esnasında MCA’nın gruba yaptığı baskılar neticesinde, Kimberley ile Scott’ın gönderilmesi oldu. Canterbury çok olumlu tepkiler almadı, grubun hayranları değişen müzikal yolu beğenmedi. 1984 yılında yeni bir albüm için çalışmalara başlandı ancak MCA grupla olan anlaşmayı sona erdirdi. MIDEM adlı müzik fuarından Reg Fellows yeni bir anlaşmayla dönemeyince yeni albüm rafa kalktı ve 1985 yılında çalışmalara son verildi.
1990’da Brian Tatler ve Sean Harris, yanlarına davulcu Karl Wilcox ve basçı Eddie Moohan’ı alarak bir süre takındıkları Dead Reckoning adıyla tekrar sahnelere döndü. Ardından yeni albüm Death and Progress’in kayıtları için basgitara Paul Vuckovic getirildi. Tony Iommi ve Dave Mustaine de albümde konuk olarak yer aldılar. Albümün çıkışından birkaç gün önce Milton Keynes Bowl’da, Metallica’nın (ve ilginçtir, ayrıca Megadeth’in) alt grubu olarak 60.000 kişinin önünde çaldılar. Harris sahneye Azrail kostümüyle çıktı, Tatler’ın söylediğine göre bu şekilde “NWOBHM sona erdi” mesajı verdi. Bu konser onlar için de “ikinci son” oldu zaten, kısa süre sonra yine dağıldılar.
Huzur, Nihayet!
2000 yılının sonlarında Tatler ve Harris ikilisi, akustik performanslar sergilemek için tekrar bir araya geldi. Bu şekilde DH yeniden ilgi uyandırmaya başlayınca gerçek bir geri dönüş için ortam hazır oldu. Yanlarına 1990’daki elemanları alarak tekrar elektrikli konserlere başladılar. 2002’nin sonlarındaysa yeni albüm kayıtları başladı. Ancak Harris albümün yayınlanması konusunda anlaşmazlık çıkarınca o çalışma da rafa kalktı, gruptaki vokal mevkisi de boşaldı. O boşluğu 2004 yılında Nick Tart doldurdu. 2005’te son dönem DH’nin ilk albümü All Will Be Revealed, 2007’de ise “What’s in Your Head?” çıktı. Ondan sonra kendini otobiyografi (daha ziyade detaylı DH biyografisi) yazmaya veren Brian Tatler, 18 aylık bir çalışma sonucukitabı “Am I Evil?”ı 2009 sonunda yayınladı.
2010 yılı itibarıyla DH’de moraller gayet iyi. Grupta ego sorunu kalmadı. Konserler devam ediyor. Yeni çalışmalarla “nostalji grubu” sıfatından sıyrılmaya çalışıyorlar. Yine de birçok insan onları şatafatlı Lightning to the Nations albümüyle hatırlayacak. Zamanında “yeni Led Zeppelin” olarak tanıtılan grubun hak ettiği yere gelememesi müzik dünyası için bir kayıp olsa da, Brian Tatler şu anda halinden memnun. Nihayet sorunsuz bir grubun keyfini sürüyor.
Lars’ın Pırlanta Düşkünlüğü
Lightning to the Nations yayınlandığında, kafayı o dönem NWOBHM gruplarıyla bozmuş olan Lars Ulrich bu plağı posta yoluyla edindi. O kadar beğendi ki, Kaliforniya’dan kalkıp 10 Temmuz 1981’de, Woolwich Odeon’daki konsere geldi. Önceki gün Woolwich’te vuku bulan ayaklanma nedeniyle fazla seyirci yoktu, Ulrich de konserin ardından soluğu sahne arkasında aldı. Birkaç gün Tatler’ın evinde kaldı, uyku tulumuyla yerde yattı. DH onun için en büyük ilham kaynağıydı. İletişimi yıllarca koparmadılar, Ulrich de neredeyse her röportajında onlardan bahsetti. Dostluğun son halkası Tatler’ın kitabına önsöz yazması oldu. Tatler onun için “Eğer Lars Ulrich olmasaydı belki de tarihin karanlığında kaybolacaktık. Dünyanın en büyük metal grubunun davulcusu olarak onun bizi insanlara tanıtması ve kaydettiği şarkılarımızdan gelen telif, ayakta durmamızda büyük etken oldu.” diyor…