Saxon
NWOBHM’nin en köklü ve üretken gruplarından Saxon, geçtiğimiz aylarda “Heavy Metal Thunder: The Movie” adlı belgesel DVD’lerini yayınlamıştı. Şimdiyse sıra yeni bir albüme geldi. Grup, Call to Arms’ın çıkışını kutlamaktayken biz de Saxon’un kendini NWOBHM gruplarının kaderinden nasıl kurtardığına bakalım.
Önce başkaları vardı, kabul. Ama elektrikli gitarın hüküm sürdüğü müzik akımları içerisinde öncüllerine oranla en yüksek enerjiye sahip olan bir akımdı NWOBHM. Müzikte ağırlık zaten vardı, bu ise hızlı müziğin resmi olarak başlamasıydı. İngiltere’nin işçi profili içerisindeki kentlerinde herkes kendi arasında sözleşmiş gibi bir anda ortaya çıkıverdi. Barlarda geçen önceki 4-5 yıllık hazırlık sürecinin ardından, 1980 yılıyla birlikte gruplar ceplerinden albümlerini döküldüler. Onlarca grubun albümü yıllar sonra adı konulacak olan “heavy metal mirası”na fevkalade parçalar eklerken, her biri kendi çapında kült birer konuma ulaştı. İşin ilginç yanı, önceki müzik akımlarına göre hızıyla ön plana çıkan bu tarzın, “hızlı yaşa genç öl” klişesini doğrular nitelikte gelişmesiydi. Yeni dalga İngiliz heavy metalinin altın çağı 3-4, taş çatlasa 5 yıl sürdü ve çok nadir birkaç grup haricinde geri kalanı, 2000’li yıllardaki yeniden birleşmeleri saymazsak tarihin tozlu sayfalarına gömüldü.
İsim yapmışsın, bir müzik akımının en tepesindeki 3-5 gruptan birisin. Ama dünya değişiyor, ayakta durduğun zemin kayıyor. Bak işte, NWOBHM’nin o dönemdeki üç büyüğü Def Leppard, Iron Maiden ve Saxon ile aynı kaderi paylaşıyorsun. N’aparsın? Bilmiyor musun?
– Yahu beni bırak, sen anlatmana bak!
Peki. Yaşam savaşını kazanan dev isimlerden Def Leppard ABD piyasasına yönelmeye başlıyor. Orada iş yapacak basit ve daha eğlencelik bir müzikle, glam metal tarzına göz kırpıyor. Kendilerini okyanusun öbür tarafına uğurlayan Ada sakinleri rahatsız. Ama Def Leppard için işler yolunda. Dev turneler, yüksek albüm satışları, gelecek garantisi… Onlar kendini kurtarıyor. Ya Iron Maiden? Onların Amerika’ya açılma hayali yok, kendilerine has bir üslup geliştirdiler ve çoğu zaman müzik endüstrisindeki formüllerin dışında hareket etmelerine rağmen tüm zamanlardaki heavy metalin en büyük gruplarından biri oldular. Ama 80’lerin ortasından itibaren onların müziği NWOBHM kalıplarında mıydı? Tartışılır, bence sayılmaz.
Hah işte, bir de Saxon var. 1982 senesinde içinde bulunduğu akımın en tepesinde. Klasik sayılabilecek üç tane albümü 2 yıl içerisinde arka arkaya yayınlamış, daha o zamandan festivallerde başı çekmeye başlamış bir grup. Üzerine bir de heavy metalin gelmiş geçmiş en iyi konser albümlerinden biri kabul edilen The Eagle Has Landed yayınlanıyor ki, bütün bu gazla 1983’teki albümleri Power and the Glory o zamana kadarki en yüksek satış başarısını yakalıyor. NWOBHM’nin yaklaşan düşüşü nedeniyle değil belki, ama bütün bu başarıların daha da ticarisi ABD’den bu İngiliz gençlere göz kırptığında Saxon da müziğini Amerikanlaştıranlardan oluyor. Cilalı prodüksiyon, radyo dostu şarkılar, “Biraz rock’n’roll yapalım!” temalı sözler… Bütün bu etkiler 1984’teki Crusader albümünde kendini gösteriyor. Ama grup, aradığını bulamıyor. Bir kimlik arayışıdır gidiyor önlerindeki 10 yılda. Bir Amerikan deniyorlar, olmuyor tekrar İngiliz’e dönüyorlar, sonra yine Amerikan… Ve NWOBHM’nin ortalıktan kaybolmasından yıllar sonra, 1995’te nihayet Dogs of War ile enkazın altından yükselip dikeliyor, “Biz yaşıyoruz!” diyerek. İşte, Saxon’un kendini kurtarması, biraz geç de olsa, en iyi yaptığı şeyi yapması ile gerçekleşiyor.
Geçmişten Örneklemeler
Azımsanmayacak kadar grubun ilk albümlerinin, kariyerlerinin geri kalanından alakasız bir atmosferde olduğunu fark ettiniz mi? Saxon’un da 1979’da çıkan ilk albümü farklı bir tarzda. Biraz daha 70’ler müziği; sonraki albümlerde olduğu kadar tempo ve ağırlık yok. Bunun nedeninin o albümdeki çoğu şarkının eskiye dayanmaları olduğunu öğreniyoruz. Biff Byford ve Paul Quinn’in önceki grubu Coast zamanından kalan besteler, tarzını da o albüme miras olarak bırakmış. İlk albümün kapağıysa bir başka şeye miras olacak, ortaçağ savaşçısı temalı epik müziğe… Uzun saçlı, eli kılıç kalkanlı savaşçı imajının heavy metalde ilk kullanıldığı çalışmalardan biri ne de olsa.
Azımsanmayacak miktardaki bir başka heavy metal olayıysa, ya grup isimlerinin ya da albümlerinin ilk yıllarda, sonradan pişman olunup değiştirilecek isimlere sahip olmasıdır. Saxon’u bu duruma örnek yapan şey, 1976’da kurulduğu sırada isminin Son of a Bitch olmasıydı. Elbette böyle bir isimle yer üstünde ne kadar büyünebilir, orası tartışmalı olduğundan bir süre bu isim altında konserler verdikten sonra grup bildiğimiz kimliğine bürünüyor. Kadro ise 1981 yılına kadar klasikleşmiş haliyle sahneye ayak basıyor: vokalist Biff Byford, gitaristler Paul Quinn ve Graham Oliver, basçı Steve Dawson ve davulcu Pete Gill. Daha önce konuşup düşündüğümüz çoğu grubun aksine, Saxon ilk kurulduğunda elemanlar körpecik değil, yaş ortalaması 26. 1970’lerin başlarından beri müziğin içinde bu adamlar.
Gidenler, Gelenler, Kalanlar
Kadronun bozulması 1981’den 1996’ya kadar uzanan bir süreç… İlk fire, sakatlanan Pete Gill oldu. Kısa bir süre sonra iyileştiğindeyse Motörhead’e katılıp 1 stüdyo, 1 de konser albümünde baget sallaması başta Saxon’dakiler olmak üzere birçok kişiye ilginç geldi. Sıradaki ayrılık 1986 yılında, karısının dırdırından hayatı zindan olan Steve Dawson’dan geldi. Graham Oliver ise 1995 yılında ayrılarak, akabinde yanına Dawson ve Gill’i de alarak eski günlerdeki Son of a Bitch’i yeniden canlandırdı. Ancak talihsiz grup ismi bir kere daha Saxon’a yenik düştü ve 2000 yılında bir anda ortalıkta iki Saxon birden dolaşmaya başladı! Oliver/Dawson ikilisi eski gruplarının isimlerinden ekmek yemeye kalkışmıştı, uzun süredir ise “Oliver/Dawson Saxon” ismiyle konserler veriyorlar.
Hakiki Saxon’a geri dönelim… Daha önce de bahsettiğim gibi, artık ticari olarak yıkılmakta olan NWOBHM’nin enkazının altından sağ salim çıkabilmek için, 80’lerin ortalarından itibaren bir ticari denemelerdir gitmekteydi. Beklenen başarı gelmeyince bu denemeler, kimlik arayışına dönüştü. Bu süreçte ayrılan elemanların yerine 1988’de bas gitarda Nibbs Carter, 1996’da ise gitarda Doug Scarrat kalıcı elemanlar halinde gelerek grubun arayışlarının ardından istikrarı yakalamasında önemli roller oynadılar. Ve tabi toplamda 20 yıldan uzun süre, çeşitli dönemlerde grupla çalan ve 2005’ten beri de aksatmayan davulcu Nigel Glockler’ı da selamlamadan geçmemeli.
Saxon, 1990’ların ortasında kendini bulduğundan beri belli bir istikrarın altına hiç düşmedi, 80’lerin ilk yarısındaki “dev grup” unvanını yeniden ele geçirdi. Belki türler üstü bir büyüklüğe erişemedi diğer yırtmayı başaran dönemdaşları gibi, ama kendi mahallesinde krallar gibi karşılanıyor. Doğal olarak bu yıl çıkardığı albümü Call to Arms açıkladığı zaman heavy metal gönüllüleri heyecanlanmadan edemiyor. Heavy metali motosiklet kültürü ve kot kumaşla tanıştıran ilk gruplardan biri olan, sözlerini bu kültüre ve tarihteki olaylara dayandırması onları akranları arasında farklı bir yere koyan ve bu sayede genellikle karanlık ve okült imajlar çizen NWOBHM akranlarının arasından ayrılmayı başaran Saxon, sadık dinleyicilerini bir kez daha müzik çalarlarının başına davet ediyor.
150 Kişi Okusun…

Günlerden 10 Ekim 1998, Saxon nihayet Türkiye’deki ilk ve şimdilik tek konserini verdi. Ondan da evvel Erzincan depremi yararına bir konser için getirilecek olan, ancak kimi köşe ve müzik yazarlarının “Saxon grubu Türk düşmanıdır!” şeklindeki kışkırtmalı yazıları neticesinde organizatörlerin tepkilerden korkarak konserini iptal ettiği Saxon seyircisiyle buluştu buluşmasına ama, bu buluşma ülkemizdeki heavy metal geçmişinin karanlık, efsanevi ve aynı anda avuntulu bir parçasını oluşturmuştu. Öncelikle organizasyon takvim belirleme ve konserlerin tanıtımı konusunda oldukça yetersiz bulunmuş. Mevzunun adı, “Rock House Konserler Dizisi”; diğer günlerde Amorphis ve Anathema var. Diğer günler yedi yüz beş yüz derken fena geçmemiş, lakin Diken ve Saxon’dan oluşan üçüncü gün, “hakiki metal” günü kaç kişi varmış dersiniz? Yuvarlak hesapla 150 kişi. Buna rağmen Saxon sahneden inmek bilmemiş, bis üstüne bis yapmış ve belki de Türkiye’deki konserler arasında bir bis rekoru kırmış, 2 saatin üzerinde bir performans sergilemiş. Bu 150 kişi haricindekiler bütün bunlardan ilk olarak Şebek’in 18 Ekim 1998 tarihli sayısı ile haberdar oldu. Türkiye’deki heavy metal dergiciliğinin en efsane yazarlarından Şanver Ofluoğlu’nun kaleme aldığı en efsane yazılardan birinin başlığıydı “150 Kişi Okusun…”. Konserler dizisi süresince başına gelen aksilikler, Biff Byford ile yaptığı sohbetler, konserde olan bitenler… Kızgınlıkları, gelmeyen dinleyicilere sitemleri, konser heyecanı, hayatının anlamı… Ve yazının zirve yaptığı cümleler: “Ayin gibiydi. Pogo denilen pislikten eser dahi yoktu.”…