Hazy Hill: Dağın başı 20 yıl sonra yeniden dumanlanıyor
İçinde bulunduğumuz dönem Türkiye’deki eski metal gruplarını bir şekilde harekete geçiriyor. Dr. Skull 25 yıl aradan sonraki ilk konserini verdi, Metalium 25 yıl aradan sonraki ilk albümünü yayınlıyor, Whisky grubu Babaanne albümünün 35’inci yılını kutlayacak mesela... Ankara’nın thrash metal tarzındaki eski gruplarından Hazy Hill de 20 yıllık bir sessizliği konserler ile bozma çabasında. Grupla Skype üzerinden bir araya geldik ve bugünden geriye doğru uzun uzun konuştuk.
Hazy Hill ile ilk defa karşılaşan insanlara, ki Boo! okurlarının çoğu bu tanıma uyuyor olmalı, grubu anlatmaya nereden başlarsınız?
Ufuk Önen: Hazy Hill bir thrash metal grubu. Hazy Hill’in şansı ve önemli özelliklerinden birisi, thrash metalin zirvede olduğu dönemlerde, yani 80’lerde ve 90’ların ortasına kadar diyeyim, bu müziği yapmaya başlamamızdı, biz de o gelişimler olurken kendimizi geliştirmeye çalışan bir gruptuk. Bir yandan da bunu bir hayat stili olarak benimsemiş bir gruptuk. Yani hem müziği yapıyorduk, hem de yaşıyorduk aslında biz. Bence Hazy Hill’in en önemli özelliklerinden birisi budur, çünkü bunun gruba tam bir samimiyet sağladığını düşünüyorum. Söyleyebileceğim bir diğer önemli şey ise, Hazy Hill Türkiye’de birçok ilkleri başaran bir grup. Mesela 16 yaşında cesaret edip bir demo kaydetmiş bir grup ki o zamanlar demo nedir kimse pek bilmiyordu. Sonra, hayal etmiş Avrupa’ya çıkalım orada konser verelim diyerek o çılgınlığa cesaret edebilmiş ilk Türk metal grubu. Onun yanı sıra da yurt içinde de kendi imkanlarıyla kaydını, kasetini, kapağını yapıp belli bir kitleye ulaştırmış bir grup. Bence Hazy Hill’in en önemli üç özelliği bu. Sen ne dersin Mete?
Mete Kuteş: Aynen öyle, tabi şunu da vurgulamak lazım, cüretkar bir grup aslında bence. Ama şu da var, bunun altını profesyonel olarak doldurmak da lazım. Bunu şartlar elverdiğince gerçekleştirmeyi becermiş bir gruptur Hazy Hill. Belki yaptığı müzik türü olarak, yani 80’lerin ikinci yarısı thrash gücü, ki biliyorsun heavy metalin yanında ana akım demek thrash demekti, dünyada olup bitenler açısından şanslı bir dönemdeydik. Ama şu anda geriye bakınca belki biraz fazla önde gibi hissettiğim zamanlar oluyor. Mesela demo yokken 16 yaşında çocukların demo yapması. Kimsenin yapmadığı bir şeye cüret ediyorsun ve bence gayet iyi kotarılmış işler. Ankara’nın en iyi stüdyosunda o dönem… Cüretkardık ve altını iyi doldurduk bence zamanında. Bence bu iki kelime temelimizi tanımlıyor.
Zafer Altundağ: Bence birçok insanın hayali olmuş bir gruptuk. Ben Hazy Hill’e sonradan girdim fakat Hazy Hill’e girmeden önce de hayalimde hep orada çalmak vardı. Sadece ben değil, birçok insan o dönemde Hazy Hill ile çalmayı isteyip ve Hazy Hill’in yaptığı işlerin içinde olmayı hayal etmiştir.
Ben grubun bugününden başlamak istiyorum. 2019 Hazy Hill için haberlerin biriktiği bir yıl oldu. Grupla ilgili son gelişmelerden bahsedebilir misiniz?
Mete: Biliyorsun Spotify’da demolar yayınlandı, YouTube kanalımızı kurduk. Hazy Talks projesinin videoları bu kanala yükleniyor.
Ufuk: Eski kayıtların hepsini bir remastering işleminden geçirdik, Murky Bedlam’dan başlayarak Ağustos ayında bunları Spotify’a yüklemeye başladık. Fan of Your Fancy ve Torchin’ the North Pole yüklendi. 8800 da yakında yüklenecek. Bence bu önemli bir şey çünkü geriye bırakacak bir miras gibi görüyoruz biz bunu aslında. CD herkeste yoktu, eski kasetler herkeste olmayabilir, artık bu saatten sonra bunların saklanması da zor. O yüzden bu bizim için önemliydi. Parçaları ayrıca YouTube’a da yükledik. Mete’nin dediği gibi Hazy Talks adlı bir seri çektik, 17 tane kısa video. 8800 derlemesindeki her şarkı için çektiğimiz bu kısa videolarda, parçalarla ilgili anılarımızı paylaştık, şarkıların hikayelerini anlattık…
Zafer: Aslında bizi ilk kez görecek insanların bu parçalardan ne anlayabileceğini anlatmaya çalıştık biraz da.
Ufuk: Bunlar işin biraz daha ses kaydı ve video tarafı. Onun dışında aslında en önemli haber şu, bir süreden beri stüdyoda çalışıyoruz. Tabii bunun için de bir basçı gerekiyordu (gülüyor). İlk başta açıkçası iki gitar bir davul şeklinde çalışmaya başladık, bu biraz ısınma turları oldu ama bassız müzik hiçbir şey ifade etmiyor. Bu yüzden bir basçı arayışına girdik ve…
Yeni bas gitaristinizi tanıyabilir miyiz?
Yudum: Ben Yudum Sürmeli Balkan. Uzun süredir basgitar çalıyorum. 15-16 yıldır Ankara’dayım. Çok uzun süredir metal müzik dinliyorum. Ankara’ya geldiğimden beri bu adamları sahnede farklı gruplarla farklı şekillerde dinliyordum. Yaklaşık 4 sene önce Karakedi grubuna girdim, orada Mete ile bizzat tanıştık, sonra da Zafer ve Ufuk ile tanıştık. Zaman geçti, projeden bahsettiler, eşlik edersen memnun oluruz dediler. Buna layık görülmekten çok mutluyum. Bu grubun içine dahil olmak benim için çok kıymetli.
Ufuk: Şimdi yeni bir grup kuruyor olsaydık ya da başka bir proje yapıyor olsaydık yeni insanların olması yeni maceralar demek filan, bunda hiçbir sıkıntı yok. Ama çok eski bir gruba, taşların yerine oturduğu bir gruba yeni birinin gelmesi hakikaten ilk başta çok korkutucu bir fikir gibi geliyor. Yine de Yudum’la ben stüdyoda o kadar rahatım ki, sanki zaten 30 yıldan beri birlikte çalıyormuşuz gibi. O açıdan teşekkür de ediyorum. Biraz şeyden de bahsedilebilir aslında, Yudum’un farklı ilgi alanların var, aslında ilginç bir karakter.
Yudum: Aslında bu işi tam zamanlı yapmıyorum tabii. Profesyonel anlamda çalıştığım bir yazılım şirketi var, proje yöneticisi olarak çalışıyorum. Havacılıkla ilgili genellikle projelerimiz, hatta uzun süredir pilot olma gibi bir hayalim dahi var, bir gün olur mu bilmiyorum ama böyle de değişik hobilerim var.
Zafer: Yudum’u aldık ki ileride kendi uçağımızda pilot olabilsin (gülüşmeler).
Eğer artık açıklamakta bir sakınca yoksa 2020’deki konsere dair sormak istiyorum. Tarih belirlendi mi? Konseri sadece Ankara’da mı düşünüyorsunuz?
Yudum: Şu andaki planlarımıza göre başta İstanbul ve Ankara olmak üzere en az iki konser düşünüyoruz. Tarihler henüz net değil. Yakın zamanda kesinleştirip sizlerle paylaşacağız.
Grubun eski üyeleri ile iletişiminiz devam ediyor mu? Kim neler yapıyor? Konserde herhangi birini konuk olarak görebilecek miyiz?
Mete: Aslına bakarsan eski elemanlardan mesela eski davulcumuz Gültekin İrengün, uzun süredir İngiltere’de yaşıyor, aramızda mesafe var. Barış Tarımcıoğlu ile iletişimimiz uzun zamandır yok. Ekim var, en son Ankara Rocks’ın Ankara’daki galasına, İstanbul’daki gösterimine de gelmişti. En çok Ekim’le görüşüyoruz. Sahne için biri konuk olacak ise belki Ekim olur ama onun dışında diğer elemanlar zor gözüküyor.
Kaydetmediğiniz ama konserlerde çaldığınız şarkılar vardı, bunları canlandırmak için bir planınız var mı?
Yudum: Planlanan konserler gerçekleşirse bunlardan bazılarına muhakkak yer vermeyi planlıyoruz tabii, ama kayıt olarak şu an bir şey diyemeyiz.
Ufuk: Mesela bizim Gallows diye bir parçamız vardı ve eskiden her konserde o parçayı çalardık, çalmadığımız konser yoktu nerdeyse.
Mete: Seyirciye söyletme parçalarından bir tanesiydi hatta.
Ufuk: Evet bir de öyle bir şey var, ama mesela onun bir kaydı yok. Ama konserde tabii ki o da olmak zorunda ki şu anda aslında çalıyoruz stüdyoda. Gallows olacak, mesela Never Look Back diye bir parçamız, onun da kaydı yok ama onu da şu anda çalışıyoruz. Şundan tam emin olamıyoruz, kayıt etmeyi düşünebiliriz 2020 yılına ait bir kayıt olsun diye ama bunun tam kararını veremedik. Siz ne düşünüyorsunuz.
Zafer: Konserden önce mi olur sonra mı bilemiyoruz.
Son yayınladığınız kaydın üzerinden yaklaşık 20 yıl geçti. 2019’u saymazsak, bu 20 yılın özetinde Hazy Hill ne kadar vardı hayatınızda?
Mete: Şunu söyleyebilirim, ben 20 yıldır hep çaldım, mesela Karakedi ile beraber. Zaten unutulmuyor böyle bir şey de… İnsanlar hep: “Ağbi Hazy Hill vardı, Hazy Hill, Hazy Hill…” şeklinde hatırlatırlar. Sahnede kiminle çalsam, konuşsam hep böyle bir Hazy Hill hatırlatmasına maruz kaldım 20 yıl boyunca. O zamanlar hakikaten çok farklıydı hissiyat olarak, bunları unutmak ve hayatından böyle bir şeyin çıkması mümkün değil. Ama şu son döneme kadar 17-18 sene bu adeta buzdolabına konmuş bir proje gibiydi. Günlük hayatımızda yer almadı ama iç dünyamızda tabii ki her zaman bizimle beraberdi ve bunca hatırlatmanın arasında soyutlanmak da mümkün değil.
Zafer: Tabii o kadar çok yaşanmışlıklar ve yapılmış işler var ki… Belirli bir dönem evet hiç görüşmedik. Bir soğukluk girdi aramıza filan. Ama ondan sonra, birbirini çekmeye yeniden başlıyorsun. Çünkü yaşanmışlık çok fazla var. Bu işe gönül vermişlik var. Gençken hep bir aradaydık, hiç ayrılmazdık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Müzik yapmak ayrı bir şey, bunu yaşıyor olmak ayrı. Aynı zamanda da yaşıyorduk. Bir zaman sonra ne kadar uğraşsan da yeniden çekiyor birbirini ve pat diye yapışıyorsun. Diyorum ya işte çok önemli. Ufuk mesela benim hayatımın birçok dönemini bilir çocukluğumuzdan beri. Mete keza… Yudum şimdi daha yeni aramızda ama Yudum’la da birçok şeyi paylaşıyorsun, birçok şeyi üretiyorsun, çok farklı yani. Yudum da bu işin bir parçası oluyor bir zaman sonra. Evet, bir dönem ayrı ama ondan sonra yeniden yanaşmaya başladık.
Mete: Hiçbir zaman içinden çıkmıyor yani.
Zafer: Çıkmıyor. Sen ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsan çalış olmuyor yani. Mıknatıs gibi bir zaman sonra hoop birbirini yeniden çekiyorsun. Ve diyorum ya o kadar çok şey var ki senin beynine, DNA’na kazınmış, yapacak hiçbir şey yok.
Ufuk: Benim için biraz daha farklı oldu açıkçası, 2000’den sonra istemeden de olsa ben Hazy Hill dosyasını kapattığını düşündüm. Ve açıkçası bu dosyanın kapandığına inandığım için başka bir grupla bir şey yapmak da ilgimi çekmedi. Daha çok prodüksiyon işlerine yöneldim, bu işlerle birlikte tanıtım filmlerine, belgesellere müzik yazmaya başladım. Daha çok prodüksiyon ve bireysel müzik yazma ile gidiyordu bu iş benim için. Sonra 2010 yılında Ankara Rocks üzerinde çalışmaya başladık. Tabii çekimlere gelene kadar belli bir araştırma safhası oldu, ne yaparız ne ederiz derken, konusu gereği bir anda kendimi o eski müzik ortamlarının içinde buldum. Çünkü Ankara Rocks dediğin zaman ister istemez Hazy Hill de bunun bir parçası oluyor. Dolayısıyla 2010 yılından itibaren Hazy Hill yine bir yerden beni yakalamaya başladı. Tabii bu süreç içinde, 2000’den sonra her an her dakika, Mete’de olduğu gibi soruyorlar Hazy Hill tekrar bir araya gelecek mi diye. Kesinlikle hayır, öyle bir şey olmayacak diyordum 2010 yılına kadar. Ankara Rocks üzerinde çalışmaya başlayınca o sorular biraz daha arttı, çünkü Hazy Hill de belgesel için röportaj verdi. Ben o zaman da “olmayacak” diyordum tekrar tekrar. Daha sonra zaten belgeseli yapmak 6-7 yıl sürdü. Biz 2016 yılında belgeseli tamamladık, kurgusu montajı her şeyiyle, sonra ben editör olarak birlikte çalıştığımız Aycan Yücel’e dedim ki “Artık benim için nostalji defteri kapanmıştır. Daha fazla eskiye dair bir şey istemiyorum. Ne Hazy Hill, ne Ankara grupları… Bundan sonra ne yapacaksak yeniye dönük olsun”. Sonrasında ilk gösterimin ardından iki şey oldu. Birincisi, galada filmi sunmak için sahneye çıktığımda bir şeyin beni sahneye çağırdığını hissettim. İkincisi de 2016’da, bu defteri kapatacaksam mutlaka bir kere de eskiden yaptığımız müziği sahneye bir şekilde taşıyarak kapatmam gerekir diye bir fikir yapıştı. Özetle iki aralıklı oldu: 2000-2010 arası çok uzak kaldım, 2010’dan 2020’ye doğru kendimi yavaş yavaş içine çekilmiş hissettim.
Profesyonel yaklaşım açısından 90’ların ortasına kadar Pentagram’ın da önünde olduğunuzu düşünüyorum. Sepultura menajeri Gloria’nın yardımlarıyla sağladığınız İngiltere bağlantıları sizin açınızdan olumlu yanıt alsaydı Hazy Hill neler yapabilirdi? Kendi aranızda konuşmuşsunuzdur sanıyorum.
Mete: “Niye olmadı”nın sebebi, “olsaydı ne olurdu”nun cevabını da biraz veriyor aslında. Biliyorsun işte dönemin piyasasının üstü grunge altı death metal, yani hakikaten bizim tarzın kabul görebileceği bir dönem değildi maalesef. En dibe vurduğu zamanlardaydı değil mi? Yani 1995’te İngiltere’ye gidiyorsun Türkiye’nin thrash metal devi olarak ve maalesef thrash metal o zamanlarda kimsenin umrunda değil. O dönemde olsaydı ne olurdu? Şimdi insan böyle şeyler düşünürken mutlu senaryolar yazmak istiyor ama gerçekçi de olmak lazım bence. O dönemde kabul etseydik gelen teklifi, ne olurdu bilmiyorum. İnsan hep şeyi istiyor tabii, işte “çok büyük olurduk, Maiden’la turneye çıkardık”, hayalin sonu yok ama gerçekçi de olmak gerekirse “niye olmadı”, “olsaydı ne olurdu”nun cevabını veriyor bence. Bir de bir şanssızlık var zamanla ilgili. Türkiye’deyken zamanın önündeydik, oraya gidince zamanın gerisinde kaldık sanki. Oraya gitmekte geç kaldık belki. Zamanlama hatası değil de bir zamanlama bahtsızlığımız mı oldu? Hata demek istemiyorum çünkü hata kişinin kendisiyle ilgili, yani hata yaptım vurdum auta çıktı, böyle bir şey değil. Vurdum, ama o anda kale yoktu. Anlatabiliyor muyum?
Ufuk: Üç dört sene önce olsa belki… Ama bence, hadi diyelim ki olsaydı, çünkü soru biraz da o değil mi, olsaydı sıkıntılı olurdu aslında. Çünkü 1995’ten sonra olanlara baktığımız zaman, o sıralarda thrash metal çok zor durumlara düştü. O dönem bir tek Pantera bayrağı taşıyabiliyordu. Diğer gruplar hakikaten çok zor durumlara geldiler. Ki biz o zamanlar olsaydık kendimize yurt dışında daha yeni yeni yer edinmeye çalışan bir grup olacaktık ve bu bizim için bayağı zor olacaktı. Ciddi ciddi yokuş yukarı olacaktı. 2000’ler sonrası için de bakıyorum yine aynı şekilde, çok farklı bir şey olmadı, nu-metal geldi o geldi bu geldi filan… Yani belki de biz tür değiştirip şansımızı denemeye çalışırdık.
Mete: Ki onu da zaten beceremedik! (gülüşmeler)
Ufuk: O yüzden belki de Mete’nin ilk dediği lafa geliyoruz aslında. Ama, soru bu değil gerçi de, hakikaten onun bir 5-6 sene öncesinde San Francisco’da ya da Los Angeles’ta olsaydık hakikaten farklı bir şey olabilirdi. Belki kendimizi de ona göre biraz daha farklı akort ederdik. Zaten tüm o müzik orada gelişirken büyürken biz de onun bir parçası olmuş olacaktık. Biz de ona göre hareket ederdik. Tabii doğal seleksiyon, belki yok olurdun belki devam ederdin ama dönüp baktığımız zaman hala o dönemden kalıp da devam eden grupları gördükçe biz de onlardan biri olabilirdik diye düşünüyorum.
Peki San Francisco demişken, sizin müziğinizde Ankara’nın payı ne kadar? Yani yaşadığınız yer farklı olsa müziğiniz farklı etkilenmiş olacaktı muhtemelen. Ankara sizin müziğinizi ne derece etkiliyor?
Zafer: Bu soruya Ankara Rocks acayip güzel bir cevap veriyor aslında. Ankara çok özel bir yer, çünkü gri değil, gerçekten siyah bir yer.
Mete: Başka bir yerde filizlenseydi bu ağaç, farklı bir ağaç çıkar mıydı, muhtemelen evet. Toprağı, suyu, havası… Havasından suyundan derler ya… Farklı bir şey olabilirdi.
Ufuk: Ben şuna eminim, bulunduğumuz yere göre mutlaka bir değişiklik olurdu. Mesela Londra’da yaşasaydık o bizim müziğimize artı bir şey katmazdı, ben onu iyi görüyorum. Çünkü İngiltere hiçbir zaman thrash metali besleyemedi, olmadı orada. İngiltere’den her müzik çıktı, her şeyi yaptılar, müziğin her alanında dünyaya yön verdiler, ama mesela bir thrash olmadı. Ama mesela San Francisco bize daha fazla uyabilirdi ortam olarak da. Los Angeles’ta olsaydı müziğimiz biraz daha farklı olurdu. Ama San Francisco’da olsaydık Ankara ile hafif paralel bir müzik tarzı olurdu diye düşünüyorum. Bir dönem California’da kalmış biri olarak söyleyebilirim ki bulunduğunuz ortam sizi şu açıdan çok etkiliyor: etrafınızda çok iyiler varsa, acayip işler dönüyorsa, siz de yaptığınız işin iyi olması için üç kat daha fazla beş kat daha fazla çalışıyorsunuz ve bu üzerinizde o kadar stres oluşturuyor ki belki potansiyelinizi başka yerde yüzde otuz, kırk, elli kullanabilirken öyle bir ortamda ister istemez yüzde yüze çekmek durumunda kalıyorsunuz. Fışkırıyor yani çünkü çok rekabetçi, çok cıvıl cıvıl bir ortam… Ben şuna eminim, eğer biz o dönem San Francisco gibi bir yerde olsaydık daha yaratıcı işler yapıyor olurduk, çünkü oralarda bir bakıma da çok fazla müzik türü var. Sadece thrash metal değil ki, her türlü. Cazdan endüstriyele kadar inanılmaz bir kültürel çeşitlilik var. Onların hepsi bizi çok etkileyecekti. Bir de bizim janrımızda ikonik yerlerden biri olduğu için ortamda ister istemez acayip rekabet olacaktı o da bizi çok itecekti.
Mete: Bir de şu var ağbi, senin Ankara’da dinlediğin nedir? Testament, Megadeth, Metallica… Zaten hepsi Bay Area. Sayıyorsun sayıyorsun, beş şey dinliyorsan dördü oradan geliyor. Ana beslenme noktamız ilham kaynağımız, tanrı gözüyle baktığımız adamlar oradan çıkan adamlar aslına bakarsan. Onların içinden çıkarsan negatif bir etkisi olmaz tam tersi katkısı olur. Biz Sodom’la büyümedik sonuçta. Biz daha çok Bay Area thrash ile büyüdük.
Ufuk: Şu da çok enteresan bir şey onu da söylemek lazım. Mesela bizim etkilendiğimiz gruplar genelde Amerikan gruplar. Ben Alman metalinden hazzetmiş bir insan değilimdir. Beni hiç etkilememiştir.
Mete: Amerika’da yaşasaydık membaında olacağımız için, havasından suyundan daha fazla bir şey kapardık.
Ufuk: Bir de şöyle bir şey var, ister istemez aynı sahneyi paylaştığın için nasıl burada Pentagram ile Metalium ile bir tanışıklığımız arkadaşlığımız var, belki oradakilerle de müzikal alışverişlerimiz olacaktı. Yudum sen ne düşünüyorsun?
Yudum: Hala insanlar aynı gruplardan etkileniyor, hala açıp açıp aynı grupları dinliyoruz aslında, çok şey değişmedi. Ben Alman metalini de seviyorum gerçi o ayrı bir mevzu ama seneler geçmesine rağmen dinlediğimiz ve etkilendiğimiz şeyler değişmedi.
Ufuk: (Alper’e) Çok konuştuk değil mi?
Mete: Sen ayvayı yedin ağbi söyleyeyim!
Gloria’nın dikkatini çekmek için kaydettiğiniz videolar kesinlikle zamanının ötesinde. Internet henüz Türkiye’de yaygınlaşmadan önce vlog çekmişsiniz adeta! Böyle bir fikir nereden aklınıza geldi?
Ufuk: Gloria’nın dikkatini çekmek istiyorduk, onun da en iyi yönteminin hayatımızdan bir kesit sunmak olacağını düşündük. Biz buyuz, böyle bir grubuz, böyle bir hayat sürüyoruz, bunu samimi bir şekilde aktarmak istedik. Bunu yapabileceğiniz tek şey, o zaman öyle bir terim yoktu ama, hakikaten vlog yapmaktı. Bir kamera ödünç aldık, biz onunla bir hafta boyunca ev toplantılarımızı, stüdyo çalışmalarımızı, gündelik yaşantımızı, her şeyi çektik. İstedik ki bizim günlük hayatımızdan bir parçayı, yaşadığımız şehri görsün, hangi şartlarda çalıştığımızı görsün, yaptığımız müziği duysun. Buna da sempatik bakacağına inanıyorduk çünkü sonuçta kocası Max Cavalera da Brezilya’dan çıkmış, çok da farklı değil. Onlar da acayip zorluklardan geçmiş, birçok şey olmadan müzik yapmaya çalışan insanlar. Paralel bir hayat tarzı süren insanlar… Bizim yaptığımız şeyin de açıkçası Gloria’ya sempatik geleceğini düşündük ki hakikaten de geldi. Videoyu izler izlemez, belki hani şans eseri aldı kaseti şöyle bir taktı ve videonun o ilk bir iki dakikası onu yakaladı ki hepsini izlemiş. Ve sağ olsun yardımcı da oldu yani.
Yurtdışı bağlantılarınızı nasıl kuruyordunuz?
Ufuk: Fanzinler vardı o zamanlar, aralarına flyer denen kağıtlardan koyarak, onlardan edindiğimiz kontaklarla, baya bildiğiniz mektuplarla, ki yazım kötü olduğu için çatır çatır daktiloda yazarak, gruplarla, radyo programcılarıyla filan hep o şekilde bağlantı kuruyorduk.
Zafer: Faks aldık ya! Faks. Şimdi komik geliyor ama faks almak ne demekti yani. Bizim telekomünikasyon işlerimizi hep Ufuk yapardı, internet yok o zaman ve faks almıştık yani, faksımız vardı! Büyük şirketlerde olan bir şeydi sonuçta, biz “evde faksım var” diye dolaşıyorduk!
Ufuk: Süper bir şeydi yani bir tane kutudan şöyle bir kağıt çıkıyor.
Zafer: Bu işleri hep Ufuk yapardı mesela. Mete kaset çekimleriyle çok ilgilenirdi. Çünkü o zarfların içinde mutlaka demolar olurdu değil mi Mete? Kasetleri Mete hazırlardı, yazıları Ufuk yazardı, ve çok acayip bir sistem vardı. Arkadaşlar bu gerçekten çok acayip çünkü buna zaman ayırmanız gerekiyor. Böyle ekran başına geçip düğmeye basmakla olmuyor, baya postaneye gidip onları vermeniz gerekiyor.
Ufuk: Faksı da şundan almıştık. Şimdi faks diye bir şey vardı duyuyorduk, birtakım faks numaraları da vardı bazı radyoların bazı dergilerin. Mektup çok geç giden bir şeydi, faks çekmeye çalıştım. Sordum, Kızılay’daki merkez postanesinde çektiklerini söylediler. Oraya gittim, dedim ben faks çekeceğim. Ohooo bu ne, bu mektubun tercümesi ne, kimlik belgeni getir filan… Muhtardan kağıt istediler bir tane faks çekmek için. Dedim bu iş böyle olmaz, sonra işte ne yaptık ne ettik bir tane faks makinesi aldık.
Zafer: Evet ya faksımız vardı yani. Ortalıkta şöyle dolaşıyorduk: Bizim faksımız var! (kahkahalar) Baya telefonla gelen postacı işte.
90’larda en çok neleri dinliyordunuz, şimdilerde neyi dinliyorsunuz?
Zafer: Slayer! (gülüşmeler)
Ufuk: Zafer bir tek Slayer dinliyordu, hala da Slayer dinliyor.
Yudum: Ben thrash metal dinliyorum hala. Iron Maiden ve Megadeth dinliyorum mesela.
Zafer: Evet ya ben hala Slayer dinliyorum. Hala konserlerine gidiyorum, en çok konserine gittiğim gruptur yani yapacak bir şey yok.
Mete: Metal adına çok yeni bir şey dinleyemiyorum açıkçası. Hemen hemen aynı şeyleri dinliyorum.
Ufuk: Ben çok eskilerde dinlediğim her şeyden aynı şekilde zevk alıyorum onun farkındayım, yani 80’lerden 90’ların ilk yarısına kadar olan her şeyi keyifle dinleyebiliyorum. Grunge’ın verdiği bazı gruplar oldu mesela Alice in Chains gibi, ama onun dışında ana akım grunge tarzını hiç sevemedim. Ondan sonra nu-metali hiç sevemedim. Brutal ve temiz vokal değişimlerinin olduğu metal grupları, senfonik metal hiçbir zaman uymadı. O yüzden ben aslında ya eski geleneksel metali dinliyorum yobaz metalci şeklinde. Onun dışında bir kere döndüm, eski o rock, rock’n’roll, blues gibi katalogların hepsini şöyle bir deştim, eskiden neler yapılmış diye. Yani bilmediğim şeyleri keşfettim. Ondan sonra çok ciddi anlamda country müziğe de baktım. Bugün de açıkçası daha çok böyle biraz deneysel elektronik şeyleri deşmeyi seviyorum.
Mete: Bir şey daha söyleyeceğim kendi müzik zevkimle ilgili. Metali mutlu olduğu zaman sevmiyorum ağbi, sevimli metal sevmiyorum. Karanlık olacak, Black Sabbath gibi olacak, Alice in Chains gibi olacak, Slayer gibi olacak. Vardır ya böyle laylaylay metali… Mutluluk ve metal, saadet dolu metal olmuyor yani.
Sanırım en başa geldik. Grubun nasıl kurulduğunu anlatır mısınız?
Mete: Bunu sen bizden iyi biliyorsun aslında! (gülüşmeler) Bulup yazmışsın zaten, (Headbang dergisinin Mart 2016 sayısında) çok da iyi anlatmışsın (Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi YouTube kanalında).
Grubun kuruluşu
Ufuk Önen gruba katılış hikayesini Non Serviam dergisinin Mayıs 1999 tarihli 10’uncu sayısında şöyle anlatıyor:
Tarih Haziran 1988, Ankara’da bir sinema konseri. Yanımda o andaki grubun elemanları ve birkaç arkadaşım daha car. Herifin biri geldi, “dışarı çık, seninle bir şey konuşacağız” dedi. Siz bundan ne beklersiniz? İnsanın aklına direkt olarak kavga geliyor. Daha çok genciz, ateşliyiz, altta kalmayız hesabı tabi biz de cümbür cemaat dışarı çıktık. Dışarı çıktığımızda benimle özel konuşmak istediklerini söylediler. Amaç pek kavgaya benzemiyordu. Beni dışarı çağıran, çok ve hızlı konuşan bu herif, bana Hazy Hill diye bir grup kurmakta olduklarını, beni de gruba dahil etmeyi düşündüklerini söyledi. Damdan düşer gibi gelen bu teklif pek cezbetmedi beni. Bir de, gruba dahil olma fikri itici geldi, ben yönetimde söz sahibi olmayı severim, hiç tanımadığım bu insanlar arasında borum ötüp örmeyeceğine pek emin olamadım. Zaten o heriften de pek hoşlanmamıştım, onun için üstünkörü bir şeyler söyleyip, telefon numaramı verip olayı savuşturdum başımdan. Bahsettiğim bu adam Hazy Hill’in 88-92 yılları arasında gitaristliğini yapan ve gruptan ayrıldıktan sonra bile hala gruba söz yazan Barış Tarımcıoğlu’ndan başkası değildi. Barış yılmadı ve beni aramaya devam etti. Bir gün buluşma yeri ve saati kararlaştırdık. Buluşmaya giderken kafamda kesinlikle hayır demek vardı. Adamlarla oturup konuşunca bütün fikrim bir anda değişti. Kafalarında kurdukları, müzikal anlayışları, hedefleri benimkilerle tıpatıp aynıydı ve ben o andaki grubumla, hedeflediğim şeyleri yapmaktan oldukça uzaktım. O akşam eve gittiğimde çok mutluydum, “tamam” diyordum, “işte bu! Sonunda olacak!”…