Machine Head

90 kuşağı, biraz modern heavy metal gruplarından neredeyse hiçbirinin tatmadığı saygınlığı, arka arkaya çıkardığı üç tane klasik adayı albümle günümüzde tatmayı başaran Machine Head, önümüzdeki Kasım ayında çıkaracağı Bloodstone & Diamonds albümüyle seriyi sürdürmeye çalışacak. Köklerde bu ay, albüm öncesi grubun geçmiş yıllarını hatırlıyoruz.

1984 yılı, San Francisco’da sıradan bir gün doğumu. Önceki gece vaktiyle yatanlar yeni güneşli bir günün keyfini çıkarmak üzere yüzlerini yıkarken, diğerleri geceyi geçirdikleri hanelerinde sızıp kalmış, sahne önünde sakatladıkları bölgelerinin ağrıları eşliğinde uyanma çabası içerisindeler. Kimlerden bahsettiğimi tahmin etmişsinizdir: Bay Area thrash metal camiası. Şu an klasik heavy metal tarzlarının içerisinde kadirşinas bir stres atma aracı olarak bildiğimiz thrash metal, o yıllarda stüdyo kayıtlarına ve günümüz konserlerine yansımayan bambaşka bir şiddete sahip. Metallica, Exodus ve Slayer’ın başını çektiği partilerden yarasız beresiz çıkmak, çıkışta “İki kere iki?” sorusuna “Dört!” diye cevap verebilecek kadar ayık ve dinç olmak çok nadir rastlanan meziyetlerden. O kadar nadir ki, bunları başaranlar kendilerine belki de sadece şehir efsanelerinde yer bulmuşlardır.

Öncesi

Robb Flynn, bu kendi kendine “iyi, arkadaş canlısı, şiddetli eğlence” içerisinde deşarj olan ve ara sıra dışarı çıkıp etraftaki pozcuları pataklayan topluluğun sonraki kuşaklarında yer alan isimlerden biriydi. En sevdiği grup büyük ihtimalle Metallica’ydı ve onların sahnedeki enerji ve şiddeti Flynn’i Bay Area’daki bu müziğe bağlayan ilk unsurdu. Bay Area’dan çıkan ikinci thrash dalgasına müzisyen olarak dahil oldu. Olan bitene uzaktan bakacak olursak, Flynn’i her iki dalga da dahil olmak üzere oradaki müzisyenlerden farklı yapacak olan bir şey vardı: Yenilik ve değişim. Elbette onlarca Bay Arealı isim sonradan tarz değiştirdi, thrash metalden çok uzaklara yelken açtı, ama vardıkları yerler daha çok kronolojik olarak thrash metalin öncesinde bulunan noktalardan besleniyordu. Flynn’in farkı, yepyeni bir tarz icat etmemiş olsa bile, thrash metalden sonra üretilen, modern yöntemlere yönelmesiydi. Ama bu tarzda ilk ürününü vermesi için 1994 yılına kadar bekleyecek, kendi grubu Machine Head’in öncesinde iki adet önemli thrash metal grubunda daha çalması gerekecekti: Forbidden Evil ve Vio-lence. 

Forbidden Evil, Forbidden olarak bildiğimiz thrash grubunun ilk albümünün adı olmasının yanında grubun isim değiştirmeden önceki halini temsil ediyordu. Robb Flynn grubun iki kurucusundan biriydi ve 2 yıl kadar kaydedilen birkaç demoda çaldı, isim değiştirilmeden önce gruptan ayrıldı. En meşhur Forbidden şarkılarından sayılan Chalice of Blood, Forbidden Evil ve As Good As Dead şarkılarının besteleri onun da imzasını taşıyordu. Yavaş yavaş progresifleşmeye ve standart prodüksiyonlara oturmaya başlayan thrash metal tarzına geç dahil olup agresif ve çiğ kayıtlı müziğiyle ve vokalist Sean Killan’ın inişli çıkışlı vokalleriyle dikkatleri üzerine çeken Vio-lence’ta gitar çalmaya devam eden Flynn grubun en kritik 5 yılında yer aldı. 1990’ta kaydedilip plak firması sorunsalı sebebiyle 1993’e kadar yayınlanmayan Nothing to Gain’in gün yüzü görmesinin öncesinde, 1992 yılında gruptan ayrıldı. Pek arkadaşça bir ayrılık değildi, Flynn 5 yılını birlikte geçirdiği grup arkadaşlarıyla diğer gitarist Phil Demmel haricinde neredeyse hiç görüşmedi.

Macera başlıyor

Bütün bunlar olurken aslında bir yandan Robb Flynn Machine Head’i yan proje olarak basçı Adam Duce ile birlikte 1991’in sonlarına doğru kurmuştu. Belki de Vio-lence’tan ayrılmasının sebeplerinden bir tanesi de buydu, esas gruptaki diğer elemanların yan projelere soğuk bakması klasiği, aynı Metallica-Newsted ilişkisindeki gibi. Ama Flynn’in aynı zamanda bir “üçüncü albüm fobisi” var. Üçüncü albümünde talihsizlikler yaşayıp, yapılmış kaydı bir türlü yayınlatamayan bir grubun geleceği ne kadar parlak olabilirdi? Onun yerine sıfırdan başlamak daha iyi: Ayrılığın ardından yanına gitarda Logan Mader ve davulda Tony Costanza’yı alarak 90’ların başında Pantera ve Exhorder ile ayak sesleri duyulmaya başlayan groove metali icra etmek üzere Machine Head’e hız kattı. İlk yöntemler yine 80’lerin ortasında yetiştiği ortamlara benziyordu, ev partilerinde buluşuluyor ve özellikle kira sahibiyle arada bir husumet varsa ortalık bol miktarda dağıtılıyordu. İlk konser de böyleydi, 60 civarı kişilik seyircinin önünde 5 şarkı çaldılar. Costanza’nın ev arkadaşı, ileride gruba katılacak olan Ahrue Luster da izleyenler arasındaydı. Bu ilk konser grup için o kadar önemliydi ki, örneğin diğer gruplar ilk albümlerinin yirminci yılını kutlamak üzere etkinlikler yaparken, Machine Head ilk konserinin yirminci yılını kutlamak için 11 Ağustos 2012’de Bloodstock performansında ilk albüm Burn My Eyes’dan 5 adet şarkı çaldı.

Machine Head geçtiğimiz yıla kadar tam bir Roadrunner Records grubuydu. İlk olarak çok ucuza kaydettikleri demoyu keşfetmişler, grupla anlaşmışlardı. Grup stüdyoya girdi, ama bir terslik vardı, Tony Costanza davul setinin başında adeta kilitlenmişti. Şarkılardan birini çalmaya uğraştı, sonra bagetleri fırlatıp gitti. Albümdeki davul kaydını Attitude Adjustment grubundan tanınan, ileride Konkhra ve Verbal Abuse ile de albüm kaydedecek olan Chris Kontos tamamladı. 1994 yılında yayınlanan Burn My Eyes ile Machine Head oldukça başarılı bir çıkış yapmıştı, gruptakilerin kendisi bile bunu beklemiyordu. Bu çıkış ekibi harekete geçirdi ve çoğu grubun aksine bu başarının üzerine yatmak yerine, mümkün olan bütün turnelere katılarak başarılarını pekiştirmeye çalıştılar. Önce Slayer’ın altında Avrupa’yı turladılar, ertesi yıl aynı yerlerde bu sefer esas grup olarak kendi konserlerini verdiler. 1995’teki Dynamo Festival’de 135 bin kişinin karşısında çalma şansı buldular. “Seyyar müzisyen” tanımına uygun biri olan Chris Kontos turneye ayak uyduramayınca dönüşte Dave McClain ile anlaştılar ve grubun davulcu sorununu günümüze kadar çözdüler. Sıradaki eleman değişikliği, 1997’de ikinci albüm The More Things Change’in yayınlanmasından sonra katıldıkları Ozzfest turnesinde yaşandı. Logan Mader provalara geç gelmeye başlıyordu, kişisel menajer tutması gibi söylentiler çıkmıştı, üstüne metamfetamini fazla kaçırdığı bir gün gruba karşı küfürlerini ve yumruklarını konuşturduktan sonra yerini Ahrue Luster’a bıraktı. 

Yenilikler peşinde

O güne değin 90’ların yeni sert müzik akımı sayılan groove metale thrash ve endüstriyel metalden birkaç parça atıp, kendi karanlık ve ağır formülünü bulan Machine Head üçüncü albümünde bu formülün dışına çıktı. İki albümdür çalıştıkları prodüktör Colin Richardson yerine, yeni yeni yükselmeye başlayan nu-metal akımının en kilit gruplarıyla çalışan Ross Robinson albümün masasının başındaydı. Sonuç: Eşofmanlar içerisinde kısa sarı saçlarıyla yepyeni bir Robb Flynn, hiphop usulü vokaller, sololardan arındırılmak suretiyle bambaşka bir enerji katılmış bir Machine Head müziği. Machine Head halihazırda yenilikçi bir kitleyi temsil ediyordu zaten, ama onlar bile bu tarz değişimi karşısında hayranları tarafından tepkilerle karşılaştılar. Buna rağmen 1999 tarihli üçüncü albüm The Burning Red grubun en çok satan albümü oldu. Bu konudaki genel görüş, The More Things Change ile durumunu idare eden Machine Head’in aynı tarzda devam etse “iyi çıkış yapan sıradan gruplar” klasmanına düşeceği yönündeydi ki, bu da The Burning Red’deki tarz değişiminin gerekliliğini doğruluyordu. Üstüne Flynn’in üçüncü albümlerle ilgili takıntısı eklenince albüm hazırlıklarına hayatlarının son şansıymış gibi asıldılar. Bana sorarsanız, grup fotoğraflarını hesaba katmazsak Machine Head aynı Machine Head’di. İlk iki albüm ile sonraki iki albüm arasında öyle “farklı tarzların grupları” denecek kadar uçurum yoktu. Yine aynı on tonluk gitarlar, enerjik vokaller, güçlü altyapı… Rap vokal ve solo eksikliği Machine Head’in müziğinde sadece bir faça değişikliği oldu bence.

The Burning Red güzel sattı ama sonrası biraz sıkıntılı: Yeni tarzlarını sürdürdükleri Supercharger’ın çıkışı 11 Eylül saldırılarının olduğu döneme denk geldi. Grubun çektiği patlamalı yıkımlı video klip böylesi hassas bir döneme denk geldiği için MTV tarafından yasaklandı. Albümün promosyonundan da kar etmeyi bekleyen Roadrunner bu sebeple aradığını bulamayınca grubun maddi desteğini azalttı, grup da anlaşmayı feshedip bıraktı. Bir süre bağımsız takılan ve turnelerini bile kendi ayarlayan grubu bu durumdan Roadrunner’ın İngiltere’deki şubesi kurtardı. Gruba ABD’deki Roadrunner’dan oldukça farklı ve istekli yaklaşan firma, Machine Head’in Avrupa dağıtımını üstlendi. Bu dönemde Ahrue Luster’ın yerine Vio-lence’ten tanıdığımız Phil Demmel geçti ve kısa bir süre sonra grubun kalıcı elemanlarından biri oldu. 

Kral hayatı

Grup için yeni bir dönem başlamaktaydı: Robb Flynn Supercharger sonrası girdiği depresyondan çıktı çıkacak, Roadrunner UK grubun elinden tuttu, kadro yaklaşık 10 yıllığına sabitlendi. Son iki albümdür denenen her türlü değişiklik rafa kaldırıldı. Saç sakallar uzayıp karardı, grubun imajı “çılgın alternatif”ten “hacı metalci”ye döndü. Prodüksiyon masasına Flynn geçti. Her biri çıtayı bir öncekinden yükseğe koyan albümler arka arkaya geldi: Through the Ashes of the Empires (2003), The Blackening (2007) ve Unto the Locust (2011). Headbang’in 54’üncü sayısında yer alan Flynn’in sözleri bu yeni dönemi anlatmaya yeterli: “Through the Ashes of the Empires’ta yer alan Imperium bizim için ya tamam ya devamdı. O şarkıya gelen pozitif tepkiler bize The Blackening üstünde istediğimiz gibi çalışma rahatlığını verdi, The Blackening’e verilen tepkilerse bize Unto the Locust gibi bir albüm yazma cesareti verdi. Hayatımda ilk defa aklımda ‘acaba’lar olmadan bir albüm yazdım. Tüm komplekslerimizden sıyrılmanın, iyi müzisyen olmanın ve olgunlukla doygunluğun tadını çıkarıyoruz”

2013 senesine kadar durumlar böyleydi: 10 yılda üç klasik albüm, sıfır kadro değişikliği, sorunsuz plak şirketi ve birçok müzisyenin hayalini kurduğu bir saygınlık… Son bir buçuk yıl biraz karıştı: Flynn Duce’yi kovdu, yerine Jared MacEachern geldi. Neredeyse kariyerleri boyunca birlikte çalıştıkları Roadrunner Records’tan ayrılıp Nuclear Blast’a transfer oldular (Monte Conner faktörü Vol. 3) (Diğerleri için geçen sayıdan Opeth’e, 78’inci sayıdan Max Cavalera’ya bakınız). Bu yılın başında Adam Duce gruba dava açtı, sonuçlanması bekleniyor. Kısacası Machine Head, Kasım ayında çıkarmayı planladığı Bloodstone & Diamonds albümü öncesi uzun zamandır yaşamadığı kadar hareketli bir dönem yaşadı. Bunun albüme nasıl yansıyacağı büyük merak konusu. Eğer Unto the Locust ile yükselttikleri çıtanın da üzerine çıkarlarsa, o zaman geriye tek bir söz kalıyor: Kim tutar Machine Head’i?

Kader yoldaşı

Aslında bir süredir dikkatimi çeken bir detay var, bunu paylaşmasam olmaz: En azından 2013 yılına kadar, Machine Head’in kariyeri Kreator’ın kariyerine aşağı yukarı benziyor. İkisinde de üç dönem var: Birincisi, kendi tarzlarının ismini koydukları orijinal dönem: Machine Head’de Burn My Eyes ve The More Things Change, Kreator’da ise Coma of Souls’un sonuna kadar olan süreç. İkincisi, kendi tarzlarının dışına çıktıkları deneysel dönem: The Burning Red ve Supercharger’da nu-metal ağırlıklı geçen Machine Head’e karşılık, 90’larda endüstriyel ve gotik ağırlıklı içeriğe sahip albümler yapan Kreator. Üçüncü dönem öncesi her iki grupta da önemli birer gitarist değişikliği: Birinde Phil Demmel, diğerinde Sami Yli-Sirniö. İki grup da uçlardaki denemeleri bırakıp özlerine döner, ama gitarist değişikliğinden midir bilinmez, bu özü modifiye eder, modernleştirir, hatta tabiri caizse melodik death metalden bol bol malzeme alır. Ve zafer: İki grup da 2013 yılı itibariyle dünyanın en saygın gruplarından olmuştur, albümlerinin düşük not alması, takdir görmemesi imkansızdır. Beklenen yeni albüm Bloodstone & Diamonds’ın önemi işte burada ortaya çıkıyor: Bu senaryodaki kader birliği devam edecek mi, yoksa bundan sonra bu benzerliği anlatmak için belirli bir yıl kısıtlamasına mı ihtiyaç duyacağız?

Bir Cevap Yazın