İkon Müzesi: Judas Priest
Grupların kariyerini iniş çıkışlarla özetlediğimiz İkon Müzesi bölümünde bu ayın konuğu Judas Priest.
Birmingham’ın fabrika dumanına bürünmüş gürültülü ve karanlık vilayet sınırları içerisinde doğan heavy metalin Black Sabbath’tan sonraki yaratıcısı olarak Judas Priest görülüyor. Bu görüş haklı olmakla birlikte, tarihsel olarak oldukça ilginç bir süreci işaret etmekte: İki Birminghamlı grup aynı sene kurulmuş olmalarına rağmen Judas Priest ilk albümünü ancak 1974’ün sonlarında yayınlayabildi. Heavy metale mal olmuş eserlerini ve davranışlarını gerçekleştirmek için en az 2-3 seneleri vardı üstelik. Anlayacağınız, tam olarak Black Sabbath efsanesinin çıkmaza girdiği yıllarda, heavy metal ilkokul çağına geldiği zaman Judas Priest onu elinden tutup yetiştirdi. Peki o zamana kadar yüksek volümlü albümler yayınlayan onca grup, Led Zeppelin, Deep Purple, Thin Lizzy, Nazareth ve UFO gibi onlarca isim niye heavy metal tarihinde Judas Priest gibi olaya çok geç dahil olabilmiş bir grubun gerisinde? Cevabı en basit şekilde, heavy metalden hiç hazzetmeyen distortion gitar sevdalısı müzik basınında bulunabilir (Türkiye’den bir örnek için sahaflarda Çalıntı dergisinin Mayıs 1993 tarihli üçüncü sayısını arayın). Bu kişilerin, sırf severek dinliyorlar diye nasıl bencilce Black Sabbath, Led Zeppelin ve Deep Purple gibi öncüleri “Onlar hard rock bir kere, metal değil!” diyerek çarpıttıklarını göreceksiniz. Burada doğru olan bir nokta varsa o da şu: Bu isimler elbette hard rock temellerinin üzerinde çalışarak bir şeyler yapıyorlardı. İşte Judas Priest’i ayıran nokta bu oldu. Takvimler 1978’i gösterdiğinde o güne dek büyük oranda hard rock geleneğinden beslenen heavy metali bağımsızlığına kavuşturdu. Kendine ait bir metodolojisi, modası, edebiyatı, ikonografisi olan başlı başına bir alt kültür haline getirdi. Kaçıranlar için Judas Priest’in yaşamöyküsünü özet geçelim: Grup 1969’da kurulduğunda kadroda bildiğimiz hiçbir Judas Priest elemanı yoktu. KK Downing (gitar) ve Ian Hill (basgitar) 1970’te, Glenn Tipton (gitar) 1974’te katıldı. Rob Halford gruba 1973’te katılana kadar vokalist Al Atkins grubun kurucusu ve lideriydi. Atkins’in beste çalışmaları “Rocka Rolla” (1974) ve “Sad Wings of Destiny” (1976) albümlerine kadar tesir etti. “Sin After Sin” (1977) ile beraber nihayet büyük plak firmalarıyla çalışmaya başlayan grup, 1978’de “Stained Class” ve “Killing Machine” ile müzikal evrimini sürdürüp nihayet kimliğini oturtmayı başardı. “British Steel” (1980) bu sayede gruba ilk büyük başarısını tattırırken, 80’ler kah ticari, kah sert albümler “Point of Entry” (1981), “Screaming for Vengeance” (1982), “Defenders of the Faith” (1984) ve “Turbo” (1986) ile zirvede geçti. “Ram It Down” (1988) ile 80’leri kapatan grup, 1990 yılında bugün en kutsal heavy metal klasikleri arasında görülen “Painkiller” albümünü yayınladı. Ama albümdeki açlık grubun kariyerine yansımadı. Rob Halford gruptan ayrıldı, kalanlar 1996’ya kadar ara verdi, mikrofona Tim “Ripper” Owens’ı alarak kaydettikleri “Jugulator” (1997) ve “Demolition” (2001) albümleri ile güncel müziği yakaladı. Halford’un gruba geri dönmesi gündeme geldi, bunu “Angel of Retribution” (2005) ile kutladılar. 2008’de iki disklik konsept albüm “Nostradamus” ile tüm dinleyicileri şaşırttılar. KK Downing 2011’de gruptan ayrıldı, yerine birebir benzeri Richie Faulkner geldi. O yıl veda turnesine çıksalar da kararlarından vazgeçtiler. “Redeemer of Souls” (2014) albümünü yayınlayıp 2015 sonuna kadar turneye devam ettiler. Şimdi istirahatteler… -Alper Demirci
Arşivlik Albüm: Sad Wings of Destiny (1976)
Henüz heavy metal dinleyicileri arasında “metal tanrıları” olarak bilinmez, sahnede üstlerine deri kostümler çekmez iken, Amerika Birleşik Devletleri’nde kitlelerin henüz pek tanımadığı, Gull Records’un aç bıraktığı erken dönem Judas Priest, yaşıtı ve hemşerisi Black Sabbath’ın gerisinde kalmaktan nihayet kurtulmuş, kadrosunu ilk defa iki yıldan fazla korumayı başarmış, gideceği yönü keşfetmeye başlamıştı. Bu bildiğimizden pek farklı, düşük bütçeli Judas Priest 1976 tarihli albümü “Sad Wings of Destiny” ile sadece kendi müziğini değil, farkında olmadan heavy metali de yeniden tanımladı. Kendilerine özgü elementlerin bir kısmı ilk olarak şimdi ortaya çıkmıştı: Yüksek perdeden çığlıklar, çift gitarın ahengi ile zenginleşen melodiler, dumanı altında büyüdükleri Birmingham fabrikalarından esinlendikleri sert ritimler ve kesintisiz akıp giden şarkı tempoları. Bu yeniliklerin yanında, Rocka Rolla’ya hakim olan progresif rock alt yapısı azalarak da olsa sürmekteydi. “Dreamer Deceiver”, “Prelude” ve “Epitaph” başlıklarıyla duyulan piyano destekli ara bölümler grubun kariyerinde (belki “Nostradamus” hariç) bir defa üstlendiği bir üslubu temsil ediyordu. Bu bölümlerin bağlandığı sert şarkılar (“Deceiver”, “Tyrant” ve “Island of Domination”) melodi anlamında yükselen çıtayı kusursuz beste trafiğiyle karşılıyordu. Her şeyden önce albüm “Victim of Changes” gibi 8 dakikalık süresi boyunca birçok duyguyu içinde barındıran bir klasikle açılıyordu zaten. Sanki bu duyarlıkla yola çıkmışlar gibi “Sad Wings of Destiny” albümü baştan sona, sıkı şarkılar “Ripper” ve “Genocide” da dahil olmak üzere, kapak resmine kadar, buram buram klasik anlamda sanat kokuyor. Judas Priest’in yüksek volümlü hippi imajından derili ve güneş gözlüklü sert kostüm geleneğine giden yolunda tam anlamıyla bir geçiş dönemi albümü. Tam da bu sebepten eşsiz ve nadide…
Uzak Dur: Turbo (1986)
Müzikte elektronik unsurlar yeni değildi ama synthesizer denen icat onca yıl durduktan sonra 80’lerin ortasına plak şirketlerinin elinde bir nükleer bomba gibi düşüp müzik dünyasının kimyasında büyük değişikliklere yol açtı. Bu değişimden bazı heavy metal grupları da payına düşeni alıp soundlarını güncellediler. “Defenders of the Faith” sonrası ABD piyasasındaki zaferini tescilleyen Judas Priest 1984 sonunda albümün turnesi bitince birkaç aylığına kabuğuna çekildi. Grubun gündeminde bugüne kadar imzası olan cayır cayır gitarların yanına daha fantastik, daha fütürist, uzaydan gelmiş gibi tınlayan sesler eklemek vardı. Ama “Point of Entry” ile tecrübe ettikleri maço imaja zeval getirme hadisesinin tekrarlanmasına engel olmak için sanıyoruz, hedefi büyütüp “Twin Turbos” adında çifte albüm yapmayı planladılar. Albümün bir yarısı sadık dinleyicileri memnun edecek ağır ve sert şarkılarla donatılırken, öbür yarısı ise synthesizer ile diledikleri gibi oynayabilecekleri bir alan sağlayacaktı. 1985 itibariyle heavy metalin en büyük 2-3 isminden biri olmasına rağmen Judas Priest’in bu isteği bağlı olduğu plak şirketi Columbia Records’ın vetosuna söz geçiremedi. Kulağa daha ticari gelen bol efektli flörtöz şarkılar kullanılarak “Turbo” adıyla piyasaya sürüldü. Bu tercih kısa vadede felakete sebep olmadı, mesela Judas Priest en son platin plak ödülünü bu albümle kazandı. Albüm kayıtlarından sonra Aralık 1985 ve Ocak 1986 tarihlerinde rehabilitasyona giden Rob Halford, Mayıs’ta başlayan “Fuel for Life” isimli albüm turnesine bomba gibi döndü. Ama neticede bugün bakınca “Turbo” ortası olmayan, ya sevilen ya nefret edilen, “Ram It Down”da göreceğimiz üzere grubun da kafasını karıştıran garip bir albüm. Diğer albümlerden kana kana dinlemeyi bitirene dek biraz uzakta tutunuz.
Özel Hayat: Malumun ilanı
1998 yılında Rob Halford’ın basına eşcinsel olduğunu açıklaması metal dünyası açısından büyük bir olaydı. Aradan geçen yıllarda müzisyen olarak saygınlığından hiçbir şey kaybetmemiş olması, heavy metal kitlesinin önemli bir bölümünün bu konudaki önyargı sınavından başarıyla geçtiğini gösteriyor. Elbette bu olayın esas şaşırtıcı yanı, bu açıklamanın o dönemde her şeye rağmen şaşkınlıkla karşılanmasıydı. Her ne kadar Halford yönelimlerini gizleme çabasının stresiyle 80’lerde alkol ve uyuşturucu bağımlılığının etkisi altına girse de, geçmişten 1998’e dek sahne kıyafetleri, verdiği fotoğraflar, birçok eşcinsel okumaya açık şarkı sözleri, bugün bakınca o açıklamayı bir çeşit malumun ilanına dönüştürüyor. Bununla birlikte özel hayatını olabildiğince özel yaşamakta, bilindiği kadarıyla müzik literatüründe yan yana geldiği bir partnerden söz edilmemekte. Turne olmadığı zamanlar Phoenix’teki evinde yaşıyor. Glenn Tipton ise Birmingham yakınlarındaki Romsley köyünde eşi, 81 ve 86 doğumlu birer kızı ve oğlu ile hayatını geçirmekte. Grubun Amerikalısı Scott Travis hakkında yaptığı işler dışında pek bir şey bilinmiyor ama Facebook profili (scott.travis.798) görüntülü bir günlük tadında. Turnelerde çektiği fotoğrafları paylaşıyor. Benzeri bir durum Richie Faulkner (richie.faulkner1) için de geçerli. Ian Hill’in hayatında birden fazla defa evlilik gerçekleşti. Şu anki eşiyle 1999’dan beri tanışık, 2006’dan beri evli, İngiltere’nin Staffordshire kentinde yaşıyor. 80’lerde Florida’da ikamet ederken Letitia isminde bir eşi olmuştu. İlk büyük evliliği ise 1984’te boşandığı, 1976’da evlendiği, 70’lerin başlarında tanıştığı Sue ileydi. Rob Halford, Sue’nin ağabeyiydi ve Al Atkins’in yerine gruba girmesi de bu ilişki sayesinde gerçekleşti. Bu arada bağlantılardan söz açmışken, Ian Hill ile KK Downing’in liseden arkadaş olduklarını not etmeden geçmeyelim.
Müzik Dışı: Sanal Efsane
Mikrofonun başındaki isim olarak en büyük ilgiye maruz kalan Rob Halford, doğal olarak müzik dışı aktivitelerde başı çekiyor. “Metal God” ismini tescilleyip şirkete dönüştüren Halford, bu isimde hem plak şirketi, hem de kıyafet markasına sahip. Bunun dışında kendisini film ve oyun dünyasında ufak tefek rollerde görmek mümkün. Çektiği müzik kliplerinden ismini hatırladığımız Jonas Akerlund’un filmi “Spun”da (2002) kısa bir sahnede erotik shop çalışanı olarak, Mickey Rourke’un oynadığı The Cook karakteriyle karşı karşıya geliyor. Virgin Mobile’ın 2010’daki bir reklam filminde Halford’u bir Pazar ayininde hitap eden papaz rolünde görüyoruz, 1977’deki “Let Us Prey/Call for the Priest” şarkısına gönderme yapar şekilde. Son olarak, geçen sayıda Lemmy için bahsettiğimiz “Brütal Legend” oyunundan yine bahsedeceğiz. 2009 yılında yayınlanan oyunda Rob Halford iki farklı karakterin prodüksiyonunda görev aldı. Önce esas karakter Eddie Riggs’in düşmanlarından biri olan hair metalci General Lionwhyte’ı seslendirdi, çığlıklarının özel silah olmasını sağladı. Tabi ki oyuncu olarak kendisini yanımızda görmek isteyeceğimiz için bunun yanında Fire Baron isimli motorcu karaktere hem görünüşünü hem de sesini verdi. Bu karakter ve çetesi meydan muharebelerinde Riggs’in ekibine destek oluyordu. İşin mutfağında Glenn Tipton da oyuna katkı sağlayanlar arasındaydı. Oyunda büyü yapmaya yarayan ışınsal gitar sololarını bizzat kendisi kaydetti. Müzik dışı uğraşlardan söz açılmışken dört yıldır müzikten emekliliğin keyfini çıkaran haylayf insanı KK’ciğimi anmadan olmaz elbette 🙂 Birmingham açıklarında uzun süredir sahibi olduğu ve yaşamını sürdürdüğü Astbury konağında, tasarımını üstlendiği golf sahasını işletmekle meşgul. Ayrıca “Metal” isminde hem erkek hem kadınlar için bir parfüm serisi de çıkardı.
Zirve Anı: British Steel (1980)
Judas Priest 1978 itibariyle önemli adımlar atmıştı. Öncelikle deriler ve zincirlerden mürekkep kıyafetleri maço niyetlerle giymiş, birkaç metalci nesle de (her ne kadar 20 yıl sonra Rob Halford’ın eşcinselliğini açıklamasıyla “Neler giydik biz?” dedirtse dahi) yine maço bir üniforma olarak benimsetmişti. Bir diğer adım ise gözle görülür bir şekilde kısalan ve trafiği basitleşen şarkılardı. “Killing Machine” albümünden başlayıp “Painkiller” öncesine kadar bakınca beş dakikanın üzerine çıkan şarkı sayısının pek nadir olduğu, ölçünün ortalama 3-4 dakika civarı olduğu görülmekte. İşte böyle formüllerle 1980’e gelindiğinde “British Steel” albümü Avrupa’daki müzikseverlerin ortasına düşüverdi ve işte, Judas Priest birçok heavy metal dinleyicisinin gözünde dünyanın en büyük gruplarından olmuştu. Dillere demir ve çelik tadını hissettiren imza şarkılar “Rapid Fire” ve “Metal Gods”, zincirlerinden boşanıp giden temposu ve ortasındaki “Anlayamazsınız!” çığlığıyla suça teşvik eden “Breaking the Law”, tehlikeli sözlere sahip şarkı “Grinder” ve konserlerin vazgeçilmezleri “United” ile “Living After Midnight”, “British Steel” albümünü çıktığı anda klasik statüsüne taşıdı. Akışkan temposu ve gitara dayalı melodileriyle birlikte, isminde geçen İngilizlik sebebiyle Judas Priest aynı yıl patlama yaşayan NWOBHM gruplarına ağabeylik eder hale geldi. Albüm turnesinin İngiltere ayağında henüz “British Steel” piyasaya çıkmadığı için yeni şarkıları çalmamaları küçük bir kepazelik olarak kayıtlara geçtiyse de bu tarihleri Iron Maiden’ın ön grup desteğiyle akılda kalıcı bir şekilde geçirdiler. “British Steel” müziğe Avrupa gözlükleriyle bakanlar için Judas Priest’in zirve anıydı. ABD’de zirveye çıkmadan bir müzik kariyerini ihya olmuş saymayanlar ise bunun için 2 yıl sonrasını, çift platin plak ödüllü “Screaming for Vengeance” albümünü bekleyeceklerdi.
Çöküş Anı: Halford’un yokluğu
90’lı yıllar ABD, İngiltere ve Almanya gibi benimsedikleri müzik tarzını birinci elden yaşayan heavy metal dinleyicileri için çok kurak, yer yer hüzünlü bir döneme sahne oldu. 10 yıl öncesinin dev grupları birer birer ya başka tarzlara yelken açıyor, ya önemli eleman değişikliklerine gidip aurayı bozuyor, ya da tamamen pes edip sahneden çekiliyordu. İşte böyle bir döneme girmeden hemen önce Judas Priest o güne kadar en aç, en enerjik albümleri “Painkiller”ı çıkardı. 80’lerdeki şatafatlı dönemin kaymağını yiyen Dave Holland’ın yerine Racer X davulcusu Scott Travis’in de getirdiği havayla, yaşamları sanki bu performanslarına bağlıymış gibi üst düzey bir motivasyonla kayıt stüdyosundan çıkan grupta bir yandan çatırdamalar da gündeme gelmek üzereydi. Albümün turnesi devam ederken Temmuz 1991’de Rob Halford gruba ayrılacağını bildirdi, ancak devam eden anlaşmalar sebebiyle resmi ayrılık açıklamasını Mayıs 1992’de yapabildi. Bu esnada yeni grubu Fight’ı çoktan kurmuştu. Judas Priest bu ayrılık sonrası 4 yıl kadar bir süre dağınık kaldı. Bu süre boyunca ne KK Downing, ne Glenn Tipton, ne de Ian Hill herhangi bir çalışmada görüldü. Scott Travis ise Fight albümlerinin davullarını çalarak Halford’a eşlik etti. Neticede “Painkiller” bütün ihtişamına ve metal tarihinin en iyi albümleri arasında gösterilmesine (biz de Mart/Nisan 2015 sayımızdaki listede altıncı sırada yer verdik) rağmen Judas Priest’e bir anlamda uğursuzluk getirdi. Büyü bozulunca Judas Priest dağıldı, bütün geleneksel heavy metal camiasının üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başladı. 1996’da Tim “Ripper” Owens ile geri dönüşleri bile, Blaze Bayley’in bulunduğu Iron Maiden albümlerinden daha çok kabul görse de o eski heyecanı canlandıramadı.
Rakamlarla Judas Priest
2: Türkiye’de verdiği konser sayısı (2008 ve 2011)
9: Kuruluşundan bugüne grupta çalan davulcu sayısı
17: Toplam stüdyo albüm sayısı
33: Glenn Tipton ile Richie Faulkner arasındaki yaş farkı
41: Rocka Rolla albümünün yayınlanışından bugüne geçen yıllar
103: Nostradamus albümünün dakika cinsinden süresi
Dinle
Never Satisfied, Victim of Changes, Tyrant, Starbreaker, Beyond the Realms of Death, Hell Bent for Leather, Metal Gods, Breaking the Law, Heading Out to Highway, The Hellion/Electric Eye, The Sentinel, Turbo Lover, Blood Red Skies, Painkiller, Battle Hymn/One Shot at Glory, One on One, Judas Rising, Dawn of Creation/Prophecy